26 Ekim 2012 Cuma

y a n ı l s a m a


fotograf: emre uçar
Psikiyatri Kliniği / Gece / İç / 778890 no' lu oda
-----------------------------------------------------
“.... sevilmeyi sevmiyorum. sevilince omuzum ağrıyor - sevmeyi sevmiyorum - sevince midem ağrıyor. Aşkın kendisini diminütif buluyorum. Annemin sevgisi beni paralıyor, babamın ki özletiyor, onun ki yıpratıyor, bunun ki doyurmuyor. Sevildiğimi anladığım an; sevilmeye hiç uygun olmayan biri olan kendimi sevdirerek birini kandırmış olduğum için kendimden nefret ediyorum. Kimi sevsem, kime kendimi sevdirsem mutlaka birilerine haksızlık, erdemsizlik yaptığımı farkedip utanç duyuyorum. Mümkünse kendi kendime sevilip sevsem ben. Uzaktan sevsem de kimseyi yormasam, hayatlarına karışmasam, sevildiğimi bilmesem de; beklenti, özlem, güçle sınanmasam. Aramadığım sevgiyi onda buldum biliyor musun? tıpkı seni bulduğum gibi tesadüfen. Sevdiğinin ve sevildiğinin farkında değil, başka türlüsünü bilmiyor. Geçmişi sorgulamaya, gelecekten endişelenmeye gerek duym...uyor. Hafızası oluşana kadar sürecek bu... sonra: “beni yeterince sevmedin. hayır, çok üstüme düştün. sevginle boğdun.” diye bilmeden kaçırdığım ayarların acısını başkalarından çıkarmaya girişecek."
.........
Yüzümdeki kızarıklıkları sordum, fosfor yeşili keten önlüklü hastabakıcıma. Dün yaptığımız poligami aşısının allerjik reaksiyonudur, birkaç güne kalmaz geçer (dedi).
Artık yapmayın (dedim).
(Burada kısık ateşte pişiyor insan ne de olsa).

25 Ekim 2012 Perşembe

ç a t k ı



Zihin Tasarrufları Üstüvanesi' nde; 
düş görüyorum ve kendimi kaybediyorum. Ağır bir yorgunluk ve beni yutan kara bir ateş...
Bana baskı yapan sahte yaşam, hareketsiz devasa bir endişe...
Düş-lerini düş-lemezsem; düş-ersin, düş-erim.
(...)

24 Ekim 2012 Çarşamba

g ü r



Psikiyatri Kliniği / Gece / İç / 46773 no'lu oda
-------------------------------------------------
Gözlerin kapandığı andır, anıdır görmenin şu anı ve her türlü arkeolojisi anıların - dünün ve yarının. Gözlerin kapandığı andır; karşıya geçm
ek ya da kalmak. Kendini tarif et-men gerek-mez anılardansındır, kozana gir ve ol. Duyusuz olma hali-dir. Aşk yaşarken öl-düğün, gözlerin kapandığı andır. Aşk; ne ellerin, ne ayakların, ne-fesin ne-fsin (kırbaçın şakladığı o andır bel-ki örümceğin tek bildiği ör-mek gör-düğün ve öl-düğüm) ne gördüğün ne tat-tığın kaderin (ne nefesin ne nefsin). Gözlerin sır-at, özlerindeki sır; geç-tiğim kum saatlerinin göçtüğü-m aynaların ol-muş bakılmaya bakılmaya yuvası örümceğin ki tek bildiğim olmak kozada gözleri-m kapalı.
Aşkı Aşka nakşedip şşşşşşş... ve gözlerime sızar karanlık sızısı kumulların hiç açmasam sırat bilip an’ımı aynasında saklayıp, sır olsam, sır olsa yüzüm kendime sır-at binsem çıksam git-sem aşşşşşşşk gel-sem
AŞK!
Fotograflarına bakıyorum, bu halini saklamak üzere, bana büyük hazzı bırakacak. Belki de, sabaha düşmanım olacaksın.
....
Hastabakıcım, elinde şırınga başucumda... Ne zaman etki eder (dedim).
Dün (dedi).

23 Ekim 2012 Salı

h ı r



Psikiyatri Kliniği / Gece / 8991234 no' lu oda /
--------------------------------------------------------------
Dedi ki ( yazıyla ):
Yasak arzu doğurur. Ben dönene kadar da sana b u r a s ı yasak olsun. Mesafe dediğin nedir ki? Hiç kimse arzudan hızlı koşamaz, daha uzağa gidemez nasılsa…

Ben de (demedim):
Ümidi kestim. Yırtılmış yerden nasıl kayar makas, öyle, kolayca. Ümit bitti ama hayâller bitmez.. Herkese tavsiye ederim, ümidi keserek dikiliyor güzel elbiseler. Ümidi kesmekle önleniyor israf. Açık bırakılan kapı, kapalısından çok daha tedirginlik verici. Nalburdan aldığım kapı desteğini kaldırdım, pat! diye çarparken içim hoplamayacak, hatta belki fark etmem bile. Geride kalanları yoklamanın bir değeri yok. Hepsini ona bıraktım. Zaman nasılsa çarelerine bakar. Ümit biraz zavallı bir hismiş, amipimsi. Artık, kendim dahil kimsenin mutluluğundan sorumlu değilim. Kalp temizliği (kuru temizlemeye benzemez). Sonbahar'ı, daha doğrusu yeni mevsimleri sevmeye başlamakla aynı şey.
Kapatmalıyım ( fosfor yeşili keten önlüklü hasta bakıcım geldi).

m ü s e l l e s



Buluşacaklar. Bir türlü gelmiyor, gelemiyor. Mesaja da cevap yok. Masada iki dilim peynir, birkaç yaprak roka ve rakı var. Rakıdan birkaç yudum alıyor, peynirden de bir parça. İki dilim peynirden birini o'na bırakıyor. Ama tabaktaki duruşun
u beğenmiyor. Çatal, bıçağıyla düzeltmeye çalışırken üçgen kesilmiş peynir diliminin ucu kırılıyor ve dilimden ayrılıyor. Canı sıkılıyor. Yese olmaz, yemese ayrık duruyor tabakta, ayrıca o parça gelmeyenin. Bir süre bakınıyor tabağa, peynire, kopan parçaya… Karton ya da kağıt olsa yapıştıracak özenle ilk halini alması için, ama yok!. O bir beyaz peynir dilimi. Ama kopan ve ayrık duran o parça bütün resmi bozuyor tabakta. Alıyor eline çatal ve bıçağı; bir heykeltıraş estetiği, bir plastik-rekonstrüktif cerrah ciddiyetiyle, kopan peynir parçasını tamlıyor küçük parçayı ana parçaya. Üzerine de birkaç küçük rötüş atıyor bıçağın yan yüzeyiyle. Peynir dilimi ilk kesilmiş görünümünü alıyor. Peki 'o' anlayacak mı peynir diliminin koptuğunu, onu tekrar üçgen haline getirmek için adamın sabırla çaba gösterdiğini?.
Merak edilen aslında şu; 
adam tabaktaki peynirin hangi parçası?.
- Üçgen dilimin büyük parçası mı?
- Kopan küçük parçası mı?
- Parçalanmadan önceki bütün üçgen parçası mı?
- Parçalandıktan sonra, önceki haline getirdiği şimdiki peynir parçası mı?
Kimbilir?.

22 Ekim 2012 Pazartesi

a v u r t



Cihangir. Akşam. Eski ve virane bir apartmanın bodrum katı.Çivit renginde boyalı bir koridor. Çok gürültüyle çalışan otomat. Kanarya sesli bir zil. Kapıyı lacivert çubuklu pijamaları ve terlikleriyle O açıyor. Ağzında bitmekte olan sigara. 
Sararmış ve avurtları çökmüş ve kalın çerçeveli gözlükleriyle hastalıklı bir yüz. Saçlar uzun, kirli sakallı. Bizimkilerin ellerinde şarküteriden aldıkları meze ve yiyecek poşetleri.Kapı önünde uzun gölgeler. O' nun ayaklarının dibinde, onun gibi bakımsız bir kedi. Gelenlerden (Savaş) ın arkasındaki şöhreti farketmiyor önce...
Farkedince; şaşkın, mahcup, sevinçli, telaşlı ve hatta gururlu. Unutulan bir yazarın yıllar sonra hatırlanması kalın camlı gözlüklerinin arkasında farkediliyor. Sarılmalar, öpüşmeler falan..Bizimki ne yapacağını bilemiyor, alışkın da değil. Savaş olaya el koyuyor. Getirdikleri hazır yiyecekleri de masaya yerleştiriyor. Bizimki, sadece rakı bardakları ve kültablasını servis etmeye antrenmanlı, bir de suyu. Hal hatır faslına geçiliyor, özellikle müzmin hastalığı..
Hadi diyor şöhretli kişi bizimkine doğru özellikle yiyecekleri de göstererek; 
- Hocam şerefine ve özellikle de sağlığına. Yiyelim, özellikle sen çok ye.
Bizimki kadehini kadırıyor, dudağında bitmekte olan sigarası, zengin sofrayı işaret edercesine;
- Şerefe hocam, şerefinize. Eee böyle iç, hergün iç (!)
Kahkahalar patlarken, kamera kütüphanedeki binlerce kitaba doğru yöneliyor...
( O, artık yaşamıyor)

21 Ekim 2012 Pazar

ü l e ş



Buluşacaklar. Bir türlü gelmiyor, gelemiyor. Mesaja da cevap yok. Masada iki dilim peynir, birkaç yaprak roka ve rakı var. Rakıdan birkaç yudum alıyor, peynirden de bir parça. İki dilim peynirden birini o'na bırakıyor. Ama tabaktaki duruşunu beğenmiyor. Çatal, bıçağıyla düzeltmeye çalışırken üçgen kesilmiş peynir diliminin ucu kırılıyor ve dilimden ayrılıyor. Canı sıkılıyor. Yese olmaz, yemese ayr
ık duruyor tabakta, ayrıca o parça gelmeyenin. Bir süre bakınıyor tabağa, peynire, kopan parçaya… Karton ya da kağıt olsa yapıştıracak özenle ilk halini alması için, ama yok!. O bir beyaz peynir dilimi. Ama kopan ve ayrık duran o parça bütün resmi bozuyor tabakta. Alıyor eline çatal ve bıçağı; bir heykeltıraş estetiği, bir plastik-rekonstrüktif cerrah ciddiyetiyle, kopan peynir parçasını tamlıyor küçük parçayı ana parçaya. Üzerine de birkaç küçük rötüş atıyor bıçağın yan yüzeyiyle. Peynir dilimi ilk kesilmiş görünümünü alıyor. Peki 'o' anlayacak mı peynir diliminin koptuğunu, onu tekrar üçgen haline getirmek için adamın sabırla çaba gösterdiğini?.
Merak edilen aslında şu; 
adam tabaktaki peynirin hangi parçası?.
- Üçgen dilimin büyük parçası mı?
- Kopan küçük parçası mı?
- Parçalanmadan önceki bütün üçgen parçası mı?
- Parçalandıktan sonra, önceki haline getirdiği şimdiki peynir parçası mı?
Kimbilir?.
(...)

20 Ekim 2012 Cumartesi

k ı s a d a l g a


fotograf: umayumay
Ki;
bu şarkı söylendiğinde ağlarım. Belki de ağlamak için bir sebep aradığımda çalar bu şarkı. Belki de sebep bulamaksızın ağlamaktan korkarım. Sebepsiz kalmaktan, ümidimi kesmekten korkarım. Bu yüzdendir ki; her ağlamak istediğimde bu şarkıyı dinlerim.
(...)

19 Ekim 2012 Cuma

y ü z o n s e k i z


70’ li yılların sonları. Küçük ve sakin bir kıyı kasabasında görev yapan genç bir edebiyat öğretmeni. İstanbul’da yaşayan ailesiyle konuşmak üzere, düzenli olarak her hafta sonu şehirlerarası telefon kaydı veriyor. Özellikle, tarife daha uc
uza gelsin diye de geceyi tercih ediyor. İki odalı mütevazı öğretmen odasındaki tek konforu, küçük pilli radyosu ve telefonu. Kayıt verdikten saatlerce sonra telefon bağlanıyor. 4 yıl, bu böylece sürüp gidiyor. Tüm kayıtları alan da, telefonu bağlayan da hep aynı ses. Yıllarla birlikte; her ikisinin de yüzlerini hiç görmedikleri, ama seslerini duydukları tek ortak şey, telefon ahizeleri.
Günlerden bir gün, öğretmenin tayini çıkıyor, kendi memleketi İstanbul’a. Yine arıyor şehirlerarası bilmem kaçı.
Karşısında yine aynı ses:
- Aynı numara kaydı değil mi efendim ( diyor ).
Bizim ki:
- Hayır ( diyor ) bu kez telefon bağlatmak için kayıt vermeyeceğim.
- Nasıl yani ? ( diyor operatör )
- Ben yarın ayrılıyorum buradan.
- ……………..
- Teşekkür etmek için aradım sadece. Bugüne kadar tüm telefonlarımı siz bağlamıştınız. Sesinizi tanıyorum, sanırım sizden başka da nöbetçi yoktu ?
- Evet, yıllardır nöbetçi hep ben kaldım. Özellikle ve isteyerek…Hem geceleri…
- Her neyse, tekrar teşekkürler, hoşçakalın.
- Sahiden gidiyor musunuz?
- Evet.
- …………………..! ( kesik hat sesi )

17 Ekim 2012 Çarşamba

v a s a t i 4 0 ç ö p



Akşamın alacakaranlığı yeni çökmüştü küçük kentin daracık sokakları üzerine. Arkadaşlarıyla Ruşen’in meyhanesinde birkaç kadeh parlattıktan sonra evine doğru yöneldi. Tam evinin olduğu sokağın köşesini dönecekti ki kaşının üzerinde patlayan
 bir şey'le neredeyse yere yığılıyordu. Gözünde şimşekler çaktı sanki.Önce taş zannetti ama acıdan onu da algılayamadı. Neler olduğunu, neyin nereden geldiğini, kimin attığını, ne attığını anlayamadı bir süre. Elini bastırdı alnına, kanadığını fark etti. Acı yavaş yavaş dağılırken yere düşen şeyin bir kibrit kutusu olduğunu gördü. Şaşkınlığı daha da arttı. Hangi kibrit kutusu taş kadar sert ve ağır olabilirdi ki. Eğildi yerden aldı, evet ağırdı, bir taş kadar ağırdı. Kanayan kaşına aldırmadan kutuyu açtı. Sokak lambasının altına sokuldu. Kutunun içinden defalarca kez katlanarak kutuya özenle yerleştirildiği anlaşılan, dolmakalemle ve özenle yazılmış mektuplar çıktı. Sen ve Ben ….diye başlayan aşk mektupları. Kaşından akan kana aldırmadan sonuna kadar okudu mektupları. Hiçbirinde imza yoktu. Çok tutkulu ve yoğun bir karşılıksız aşkın, net ve içten ifadeleriydi. Kibrit kutusu ve mektuplarla evine döndüğünde üstü başı kan içindeydi.
......................
Yıllar, yıllar sonra ders verdiği Üniversite’nin koridorunda genç bir kız yaklaştı yanına;
- Hocam ( dedi ), bir dakikanızı alabilir miyim lütfen?
Elbette dedi adam.
Çantasından özenle çıkardığı bir küçük paketi adama uzattı:
- Bu sizinmiş hocam; annem size iletmemi söyledi, biraz gecikmiş ama, hatta epey gecikmiş bence..Ve geldiği gibi telaşla ayrıldı yanından genç kız.
Hiç bir şey anlamadı adam. Şaşkınlıkla kızın arkasından bakakaldı. Elindeki paketle odasına girdi. Heyecan ve merakla açtı paketi masanın üzerine.
Paketten, küçük bir idrofil pamuk ve çoğu zamanla uçmuş tentürdiyot şişesi çıktı.
(...)

16 Ekim 2012 Salı

k a p s a m a a l a n ı



Sana ulaşmanın 053. ... .. .. yolu vardı, ulaşmamanın bir ya da iki. Kolumuzu kaldırıp, elimizi uzatıp da tek bir parmağımızın, hassasiyeti ayarlanmış dokunuşuyla karşımızdakinin gözüne kaçmış kirpiğini, gözünün akını çizmeden ustalıkla alıverebilmemizde saklı olan sır; engellediğimiz, kaynağı bir ve akraba, sonsuza duran sayıdaki tüm olası durumlar ağının ördüğü, su götürmez, hava sızdırmaz perdesinin akıl almaz bir köşeciğinde kasten yaratılmış atomik boşluktan serbest kalıp sızan biricik ve nihai davranışımızda saklı.
Hiç eşliliğin ütopik erotizmi... doyumu gereksiz kılan sonsuzluk zevki... %100 teslimiyet ve asla elde edilememe garantili arzu nesnesi - parmaklar- düşünceler olmadan parmaklar oynamaz-mış.
Öyleyse; sana bu defa, beni bulduğun yollardan gelmeyi denemeli...Hazır tuş takımları parmakları beklerken....

14 Ekim 2012 Pazar

ü z ü m ü z ü m e



Psikiyatri Kliniği / Gece / İç / 34554 no' lu oda
-------------------------------------------------------------- 
" Hiçbir şey istemiyordum. Biraz Zeki Müren şarkısı - biraz acı - biraz rakı. İkinci bir emre kadar solo ve düet Zeki Müren şarkılarını yasakladım. Rakı sofrada kaldı. 
Hiçbir şey göremiyordum. Çok karanlıktı. Biraz rakı - biraz acı - bir kaç kişi. Kaç kişiydiler bilmedim. Işıklar yanınca biri kalmıştı. İkinci bir emre kadar aşkı yasakladım, tenim elimde kaldı. Hiçbir şey duyamıyordum. Ne güzel sözler - ne inlemeler. “inleyen nağmeler” taş plâktaydı. ikinci bir emre kadar nostaljiyi yasakladım. Sesler yarına kaldı. Hiçbir şey hissedemiyordum. Birisi benim yerime rica-minnet yaşadı yaşananları. İkinci bir emre kadar rica ve minnet etmeyi yasakladım. Gözlerimin önünden film şerid
i gibi geçen hayatım kör makinistin elinde kaldı. Hiçbir şey anlatamıyordum. Benden her yerde çokça vardı, ' her derde deva' cinsinden. Halbuki ben kendimi ' bulunmaz hint kumaşı 'sanıyordum. İkinci bir emre kadar vazgeçilmez olmayı yasakladım. “ aşkın kanununu yazsam yeniden ” şarkısı havada kaldı. Hiçbir şey yazamıyordum uzun süredir. Metnin aslı sureti. Benim hayatım birilerinin hayatının önüne geçti. İkinci bir emre kadar yazmayı yasakladım. Biriken harflerimi uçan balona doldurup kuzey kutbuna yolladım. Noel Baba'dan ne dilek dileyeceğimi biliyorum artık. Arzederim."
.......... 
Dilekçemi okuyan klinik konsültasyon ekibi: ' his felci ' teşhisi koydu. 
Anlaşılan bir süre daha burdayım.

p e r i l i k ö ş k



Son geminin güvertesinde; aldım kalemi elime (aslında kalem de yok, silgi de) ısırmadan sapını, koparmadan dudağımı sana bakıyorum. Düşündüm, düşündüm ve seni masum ilân ettim dün gece.

(...)

12 Ekim 2012 Cuma

b a ş b a ş !



Haklısın; hayatta bir sürü acılar çektik. Ne istediğimizi bilemedik. Bildiğimizde söyleyemedik. Söylediğimizde istemedik. Dengesiz büyükerimiz oldu, manyak öğretmenlerimiz, bir türlü en iyi arkadaşları olamadığımız en iyi arkadaşlarımız, maalesef uyum 
sağlayamadığımız ve maalesef mükemmel uyum sağladığımız sevgililerimiz ve telâffuzu ölümden beter eski sevgililerimiz oldu, çekilmez yöneticilerimiz oldu, ne çok insanla, olayla, düşünceyle uğraşmak zorunda kaldık. Ne çok yalan dinlemek ve söylemek zorunda kaldık. Kaybetmekten korktuk, kazanmaktan korktuk, geçmişten korktuk, gelecekten korktuk, yalnızlıktan korktuk, bağlanmaktan korktuk, sevişmekten korkuk, gitmekten korktuk, kalmaktan korktuk, unutmaktan korktuk, unutamamaktan korktuk, uçmaktan korktuk, inmekten korktuk, başkalarından korktuk, kendimizden korktuk. “ Korkma ben varım! ” demedi kimse.
Haklısın (yine); para yok, aşk yok, değişiklik yok, rahat yok, anlamı yok. Hüzün güzel bir şarkı, ıstırabın yıkıcı hazzından vazgeçmek zor ve özlemek insana halâ ölmemiş olduğunu hatırlatıyor. Ama artık bavulu toplayıp gitmek lâzım yeni bir yola. İstikamet yeni bir kargaşa.

Açıl susam açıl!!!

m ü n f e r i t



fotograf: yana
Kokusu yoktu resminin. Sen yoktun, resmin vardı. Sen varken, sen olsaydın da - sen yokken, resmin olsaydı. 
Olmadı.. seninle resmin - ikiniz - bir olsaydı.

Oysa ayak seslerine ne de çok yakındım. 
(...)

10 Ekim 2012 Çarşamba

f i l h a k i k a



fotograf: umayumay
G e l g e l e l i m ; Ferhad aşktan büyük, kazma dağdan önemli. Dünyanın dönüşünü beklemek boşa.. 
G e l g e l e l i m ; Şirin ölür de ağlamaz. G e l - G e l e l i m. . 
(...)

8 Ekim 2012 Pazartesi

e f t e l y a



fotograf: umayumay
Gelirsen; gidersen varlığınla acıtacağını bildiğin kalbi, gitmeyerek, gelmeyerek acıtmanın kalıcı acısı. Ne yaparsan yap, varlığınla acıtıyorsun onu ve dönüp bakmaya başlıyorsun. Burada olmanın anlamı; burada değilken ben buradayım, gidemiyorum da... Güneşi kapattım, sessiz-lik-lerle doldurdum delik ceplerimi.

(...)

2 Ekim 2012 Salı

b a ş l ı k s ı z b a ş l ı k


fotograf: umayumay
(...) 
offf... kıvırtmalardan bıktım anne. Her gece aynı şiirin son iki dizisine koyuyorum başımı ve bana ne çok yalan söylediler her gece aynı şiirin son iki dizesiyle.

( reset butonuna bastım)

1 Ekim 2012 Pazartesi

a l f a b e


the reader
'hiç kimse kendini bile tanıyamamışken, ben nasıl tanıtırım ki beni sana bir- iki yazmayla'.
'İyi ki, bir- iki satırla bitmez insan; anlasaydın ne olurdum ki ben o zaman'. 
'İyi ki anlaşılmaz insan.. anlaşılsaydı biterdi o zaman, kalmazdı zaman'.. bir - iki zamandır sana yazmaya durduğum budur.
- iyi - ki.
(...)