30 Mayıs 2010 Pazar

l o s t

Ben seni hiç aldatmadım, aldatmama fırsat vermedin. Aldatmak için iki kişi lazım, birinin diğerini sevmesi lazım. Hiç yoktan sevişmesi lazım. Sen beni sevdiğin, benimle seviştiğin sürece ben seni aldatmadım. hatta kısaca .. neyse.. duvarlarla konuştum.. cd den porno seyrettim.. saçma sapan bir daha asla bulamayacağım sitelerden chat yaptım.. ama aldatmadım.. Aldatmak için iki kişi lazım.. birinin diğerine aşık olması lazım.. birinin diğeriyle ligilenmesi ilgilenilenin de; başka bir ilgileneni ilgilenene tercih etmesi lazım. Ben seni hiç aldatmadım..
Ben kimseyi aldatmadım ki.. aldanan biri varsa o da benim ( d e d i ).

Ben de:
Şu anda hayatımızda olan en yakın kişilerle, aslında en yakın zaman dilimlerinde de beraberdik. Sadece o zaman dilimlerindeki hayatlarımızı hatırlamıyoruz. Hatırladığımız anda da ‘ seçim şansımız ‘ olacak (dedim).

Ter içinde uyandım.

28 Mayıs 2010 Cuma

r e t r o

Eskiden yaşamlar böyle miydi ya? - değildi. Bir şarkıyı dinlemek için kasedin biraz sarmasını beklemek gerekiyordu. Sessizliğin içinden zzzzzz sesleri arasında ilk enstrümanların sesi geldiğinde, biz de dişimiz ve tırnağımızla çevresindeki jelatini az önce yolduğumuz kasedin içinde şarkı sözleri varsa onlara bakıyor olurduk. Şimdi herşey o denli fazla ve o denli kolay ulaşılabilir ki; ulaştığımız anda vazgeçmeye hazır-mı oluyoruz. Çünkü her zaman herşeyin daha iyisi vardır ve artık ortalama olanla yetinmek zorunda değiliz. Explorer’ı kilitleyene kadar sekme açıyor ve birinin sesini duyarsak can sıkıntısına iyi geleceğini düşünüp telefona sarılıyoruz. Toplu halde hiperaktivite ve dikkat eksikliği olduk, sahip olmanın yanıltıcı tatmininde tatminsizlikten boğuluyoruz. Bizi tatmin edecek şeylerin arasında boy veremiyoruz. Bir de isimsizlik var tabii. İsimlerimizin ve aynaya baktığımızda görmekten hoşlanmadığımız yüzlerimizin, yeni birinin karşısında titreyen seslerimizin olmadığı bir dünyada pelerinler ve kılıçlarla geziyor, istediğimizle dövüşüyor istediğimizle sevişiyoruz ( sanal da olsa ). Ruhsuz, kimliksiz, emeksiz bir kendini bilmezlikten daha iyi kişilik bozukluğu mu olur?
Ne dersin kontes?

r e s e t

Yüzüne çarpan su kadar gerçekti ait olmadığı yaşam. Kendi bedeninden ayrılmak için su çarptı yüreğine. Su ısındı, yürek soğudu daha da.
Rüyalarından bir parça daha karıştı şehir şebekesine. Artık tamamen ıslaktı yüzü, gülüşü, bakışı.
..Ve kurulamak istemedi yüzündeki ıslak geceyi.

21 Mayıs 2010 Cuma

Gökyüzü neden mavidir?

Gökyüzünün mavi görünmesinin (dikkat! olmasının değil görünmesinin! çünkü normalde atmosferimiz daha doğrusu hava renksiz bir gazdır!) tek sebebi kırılma hadisesidir. Güneş ışınları atmosfere girdiğinde atmosferdeki gaz moleküllerine ve toz parçacıklarına çarparak saçılır. Gün ışığı değişik dalga boylu birçok ışından oluşur. En kısa dalga boylu mavi ışınlar atmosferin üst tabakalarındaki küçük parçacılar tarafından hemen saçılırlar. Fakat kırmız ışık (ki en büyük dalga boylu ışıktır!) saçılmak için daha büyük parçacıklara çarpmak zorundadır. Gökyüzü açık olduğunda, mavi ışık diğer ışıklara oranla en fazla saçılan ışıktır. Bu yüzden de gökyüzü mavi görünür. Mesela gökyüzü yoğun bulutlarla veya dumanla dolu olduğunda, tüm ışınlar nerede ise aynı oranda saçılır. Bu da gökyüzünün gri renkte görünmesine sebep olur. Gün batımında veya doğumunda ise güneş ışınları atmosfere eğik girdikleri için daha fazla yol katetmek zorunda kalırlar. Bu yüzden daha çok ışın ve renk saçılır ve o posterlere konu olan, şahane gün doğumu ve batımını gözlemleyebiliriz. Çok az saçılmış olan kırmızı ışık ise güneşe ve ufuğa kızıl veya portakal görüntü verir.
( Yorumsuz m e t e o r o l o j i k bir bilgidir. )

19 Mayıs 2010 Çarşamba

J.L.G.

Fransız yeni dalga akımı temsilcilerinden Jean-Luc Godard ile 1978 yılında yapılan röportajdan:

- Sanırım insan tanıdığı şeylerle film yapmalıdır. Film, kimi zaman insana tanıdığını sandıkları gerçekte tanımadığını gösterse de; insan belirli kişilerle film yaptığında, onların tanıdığı yanlarını yapmalıdır.
- Ama ilgili seyirci sizin filmlerinizi görme imkanına sahip olamıyor.
- Artık bunları yamadığım için. Yirmi yaşındayken sayısız film yaptım, ama bunları kimse görmedi çünkü bunları çekmedim. Bunlar zihnimde kaldılar.Bugün bu yapmadıklarımı da, yaptıklarımın yanında sayabilmeyi isterdim.
- Bu nasıl mümkün olabilir?
- Yapılamayan ya da yapılmamış bütün filmler düşünüldüğünde olur. Yapmadığım filmlerin yaptığım filmlerden çok daha önemli olduğunu sanıyorum.

Sinema Estetiği ve Godard

(Mutlu Parkan / İleri Kitabevi / 1994 )

K.K.

Kişisel özgürlüğün alanı nedir? Duygularımızdan ne kadar bağımsızız? Aşk bir hapishane mi? Ya da özgürlük mü? Televizyon çılgınlığı özgürlük müdür, yoksa hapislik mi? Teorik olarak özgürlük. Çünkü uydunuz var ve istediğiniz kanalı seyredebilirsiniz ama bunu yapabilmek için de televizyonla birlikte almak zorunda olduğunuz bir sürü gereç var. Televizyon bozulursa tamirciye götürmeli ya da evde onaracak birini bulmalısınız. Televizyonda gösterilen ya da söylenilen şeylere sinirlenirsiniz. Başka bir deyişle, her ne kadar size istediğinizi seyretme özgürlüğü tanısa da, bu altle inanılmaz bir tuzağın içine düşüyorsunuz.Ya da kendinize bir araba alırsınız. Teorik olarak özgürsünüzdür. İstediğiniz zaman bir yerlere gidebilirsiniz. Bilet rezervasyonu yaptırmanıza gerek kalmaz. Bir şeyler almak zorunda değilsinizdir. Bir yeri aramanız gerekmez. Sadece benzini doldurup gidersiniz. Ama pratikte hemen problemler kendilerini göstermeye başlarlar. Birisi arabayı çalabilir, ya da kelebek camını kırarak radyo-teybi çalabilir. Arabaya takılıp çıkartılan bir radyo-teyp alırsınız. Ancak bu bir şeyi değiştirmez. Çünkü nasılsa biri çalacak diye düşünürsünüz. Gidip ona bir alarm taktırırsınız. Ama bunun da bir şeyi değiştirmeyeceğini, birinin nasıl olsa onu da aşıracağını düşünürsünüz. Böylece kendinizi, araba çalınırsa yerini belli edecek bir bilgisayar sisitemine kaydettirirsiniz. Çalınmanın dışında, çizilebilir de, siz de yeni olduğu için bunu istemezsiniz. Şehirde bir garaj aramaya başlarsınız ama hiç garaj yoktur. Park yeri de yoktur, park edecek yer de yoktur. Teoride özgürsünüzdür ama pratikte arabanın esiri olursunuz. İşte objelere göre özgürlük ve özgürlük yoksulluğu.Aynı şey duygular için de geçerli. Sevmek çok güzel bir duygu ama sevdiğiniz zaman kendinizi hemen bir başkasına bağımlı kılarsınız. Kendiniz hoşlanmasanız da, onu mutlu etmek için hoşlandığı şeyleri yaparsınız. Hem güzel aşk duygularına, hem de sevdiğiniz insana sahip olduğunuz halde, kişiliğinize aykırı şeyler de yapmaya başlarsınız.'
Mavi’ / “Kieslowski Kieslowski’yi anlatıyor”

Afa Sinema Yayınları / 1993

K.K.



Bir zamanlar olağanüstü yönetmenler vardı, ama şimdi ya öldüler ya da işi bıraktılar. Büyük film kişilikleri dönemi geçmişte kaldı. O müthiş filmleri seyrederken hissettiğim kıskançlık değildi. Çünkü teoride de olsa, ancak ulaşabileceğiniz şeyleri kıskanabilirsiniz. Gıpta edebilirsiniz ama sizi aşan bir şeye gıpta bile edemezsiniz. Duygularımda bir acayiplik yoktu. Aksine oldukça olumluydular, böyle bir şeyin mümkün olması ve bunun beni her zaman aşacağı düşüncesinin yarattığı belli bir şaşkınlık ve hayranlıktı söz konusu olan.Andrey Tarkovski de son yılların en iyi yönetmenlerinden biriydi. Çoğu gibi artık o da yaşamıyor. Yönetmenlerin bir çoğu mesleklerinin bir aşamasında bir şeyleri kendilerine has hayal güçlerini, zekalarını ya da hikaye anlatma yöntemlerini bir daha geri dönmeyecek şekilde yitirdiler. Tarkovski bunları yitirmemişlerden biriydi. Ama ne yazık ki öldü. Belki de daha fazla yaşayamadığı için öldü. İnsanlar zaten genelde bu yüzden ölür. Kanserden, kalp krizinden ya da trafik kazasından öldükleri söylenebilir ama gerçek insanlar, yaşamaya devam edemedikleri için ölürler.

Kieslowski Kieslowski’yi anlatıyor”

Afa Sinema Yayınları / 1993

14 Mayıs 2010 Cuma

a m o r t i

Şöyle oldu;
...hayal gerçeğe dönüşmez, gerçekleşirse bu cehennemdir. Sadece kırmızı ve mavi hapı gösterdiler bana...oysa üçüncü hap olsaydı, hayalin içindeki gerçeği gösterecekti ve senin elinden yutacaktım onu hiç düşünmeden ben. Şimdi sus lütfen (dedi).

Ben de sustum. Sustuk.
.............
Babamın camı çatlak altın saati masanın üzerinde tıkırdayıp duruyor. Onikiye yedi var.
K ı r m ı z ı şarap bitmişti, yenisini almaya gittim. Zaten yakında da nöbetçi eczane yoktu.

t ı k t ı k t ı k !

Yenilgilerinden esas çıkar sağlayansın. Tenin sırtından zenginleşen de, teni talan eden de, acılarına sevinen de, haydutlukla geçinen de.. Hiçbir dilde ondan/senden daha müstehcen bir kelime var mıdır?

Ey R U H !.. geldiysen üç defa ...
( ya da, ne istersen onu yap ).

13 Mayıs 2010 Perşembe

k i

Şöyle oldu:
1. saat: arabama alkol yüklemeyi denemiştim, kötü sonuçlandı. Şimdi Deep Purple yükledim,daha hızlı ve daha az zararlı. 2. saat: İntihar etmesi engellenenler derneğinin bu haftaki etkinliğinde köprüye çıkılacak, hafta sonu tüm Çinlilerin aynı anda zıplaması bekleniyormuş. 3.saat: Rot balansım kaydı, sana çekiyorum. Bu şehir nerde biter, ötekisi nerde başlar. Ben nerde biterim, sen nerde başlarsın?. 4. saat: Dün okuduğum kelimelerin hepsini kustum. Garson ters ters baktı, hepsini aynı anda okumamalıydınız ya da karıştırmamamalıydınız dedi.Ukala. 5. ve son saat: iki Deep Purple ( Burn / Made in Japan ) albümünden sonra artık ben mi otoyolda kayıyorum yoksa o mu bana. Rumelikavağında denizkızına rastladım. Dedi; az önce yediğin barbunlar benim kardeşlerimdi.
Bir kadın beynine kaç erkek sığabilir? Bir balona kaç kadın ?
Ter içinde uyandım...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

z o r

Çoraplarını giyiyor, rüya-dünyanın kapısı örtülüyor. Artık bu 'deja vu'yla başa çıkmak zor geliyor. Fark etmez, hepsi aynı kapıya çıkıyor. Hafıza ve hayat, rüya ve sabah arasındaki kapı. Açmanın yolunu bulamıyorum. Çilingirin ' 24 saat hizmetteyim' diye vermiş olduğu numara da hizmet dışı.



Gitme diyorum / ama içimden. Kal diyorum / ama içimden.

İçim içime sığmıyor.


.

9 Mayıs 2010 Pazar

ineb ik nıdamuko netsret çih

...ahh anya,
pürüzsüz sırtını kaplamış kara sır,
venedik kumsallarını kokundan tanıyan bir cam ustasının ölümsüz aşkıdır.

ah anya;
üzme kendini, o kadar yakınsınız ki
ne sen onu görebilirsin, ne de o seni

( Eco Serenissima, 1796 dan)

8 Mayıs 2010 Cumartesi

h i ç

Panik atak bardaktan boşanırcasına yağıyordu...devam et dedi kontes, bir ıslık sesine kadar.. devam..
Teypte çalan mozart müsait bir yerde indi...ve peşinden dikiz aynasında yüzü görünmeyen diğeri; kelimelerini, korkularını, mesnetsiz aşklarını, göğsünü, çikolata kokusunu, kısaca cehennemini alarak gitti... siyah camlı gözlüklerime bakıp devam et dedi kontes. Siyahlarla dopdoluydu.

7 Mayıs 2010 Cuma

D i p

Şöyle oldu:

İnsan birbirini tanıyabilir mi? İnsan kendini tanıyabilir mi?.. tanıyamaz. Bir akis meydana getirir ve onu benimseriz. Yalnızlığın ve ölümün kusursuzluğu bundan, kurumuş kuyular bu yüzden var. Bu yüzden hep birilerini ve bir şeyleri kaybediyoruz. Pek azımız, akislerimizden kaçıp kaybettiklerimizi düşünmek, 1 numarayı aramak için kuyunun dibine iniyoruz. Karanlıkta biri ip merdiveni çekiyor, gece yıldızlar kuyuya doluşuyor ve insan burda kendini hiç göremiyor. Bu iyi. Ellerinle; gözlerini, burnunu, dudaklarını, kulaklarını, ayaklarını, ellerini yokluyorsun varlığından emin olmak için. Sonra biri kuyunun kapağını kapatıyor, zifiri karanlıkta, tam sessizlikte, dar ve derin kuyuda sadece 1 numara var. dışarıda, onun yokluğunu kim fark ediyor?
Kaybolanların olduğu yerde sabırdan başka şey işe yaramaz. İşin kötüsü, kaybolanlar ne kaybolduklarının bilincindeler, ne de birbirlerini tanıyorlar. Tek ortak noktaları 1 numara, ama bunu da bilmiyorlar ki... kuyunun dibinde gözlerimi açmamla kapamam arasında hiç fark yok. Kocaman olmalı gözbebeklerim şimdi, hiç küçülmüyor olmalılar. Bu karanlık benim için iyi, söyledim ya sana, dışarda bir şey görebildiğim yoktu benim.
Burdan sana söyleyebileceğim bir şey varsa, o da bu dar ve derin kuyuda hiçbirşeyin olmadığı. Kapağı kenarından kaldırıyorsun. korkunç bir ışıkla körleşiyorum. “orda mısın?” diye bağırıyorsun. Hemen gözlerimi kapıyorum... kuyunun duvarında biriken çiğ taneleriyle dilimi ıslatıyorum (dedi).
Ben de:
İnsan sadece y o k l u k l a terbiye oluyor ( dedim ).