13 Aralık 2010 Pazartesi

e t k i n l i k l e r

tuval üzerine akrilik 70x70 2010 s.t.
...bir plazma beden olarak, var edildiğinden beri bekleyen vaatlerin, çiçeğini unutmuş, kabuğunu kurutmuş, ısırığını özlemiş bir meyvenin, kardeşlerinden habersiz, anasından bağımsız, babasız tohumunda, davetkâr ve fakat unutkan efendinin o bildik izini sürdüm; eti toprağa çürüyen, suyu havaya buhar, bir hayalden ibaret yaşam medresesi; şehvetin neticesi, aşkların binicisi, arzunun eğitmen bedenini gördüm; damarlarından bu kocamış ağacın, bu körpe dallarına, köhne köklerden emip de zorla, isimlerini verip, cisimlerini bildirdim tek tek; bu bir mevsimlik geleceğin kozasını daracık dehlizlerden, geçmişten, esrik eziyetlerle taşıyıp, önüme yığan zamanın ruhu; yazıklanma, sen de dene, en karanlık gecelerde, kayıp ormanların kuytusunun birinde, anlam yüklü ağulu çiçeklerin bir anlığına açıverip sana göz kırpıvermesinin bir gün şahidi olabilmek için, bir belkinin peşinden gitmeye değer; değer bir günlük kelebeklerin kölesi olmaya; o vadi var olduğundan beri çok şeyi ister; bak, mavinin neşesi, alevin efendisi, örümceğin emeceği ilk kanla çökecek uykunun beklentisinden yükselen özlemin titrettiği aşk evinin ateşi, sayıklamaların terli gecesi, böceğin zehiri, umudun yangını doğuracak yarınları; yumurta, kozalak, yumru ve tohum; solgun, kuru ve suyu kaçmış, dolaşımları karışmış ilişkilerin şişmiş uru, şaşkın plasentası; ne zaman ki iki mumun aşkına bir üçüncü izin verir, onlar erir; aşk, maddenin beşinci hali…
Neredeyse ufuk çizgisine koşut tırmanan, gittikçe incelerek silikleşen, bir türlü tepeye varamayan, etrafını kuru otlar bürümüş, hiç yolcusu olmayan, yer yer de kesişen patikalara bakıp Aşk’ı düşündüm bu sabah, ne tuhaf…

k u l l a n ı l m a y a n m a s a ü s t ü

karton üzerine akrilik 50x50 2010 s.t.

Kimin acısı bu - zihin kanar mı bunlara - arzuların esareti - ıpıssız kumsallarımızda bir gün - ayak izsiz sessiz - bir zihnin keşfi - bir kumsal düşün - düşünün içinde - görüp görebileceğinin en güzeli - ama öylesine ıssız ki - yani sensiz - ve ayak izsiz -

d ü n y a u y k u a r z u b e d e n z i h i n b e k l e n t i u m u t h a y a l o y u n a c ı

Yunus gibi de olmuyor ! Budha gibi de olmuyor ! Sokrates gibi de olmuyor ! Robenson gibi de olmuyor !

11 Aralık 2010 Cumartesi

h a v a d u r u m u

35x50 karton üzerine akrilik 2009 s.t.
Nöbetteyim. Uyanık olmamı gerektiren, bir kedi gibi karanlıkta da görebileceğim bir anın sermayesini tüketiyorum. Gittikçe köreliyor çevremi saran nesnelerin uyarıları. Kulaklarımın, beynimin kadehine doldurabildiği bir imgeyi yudumlayabiliyorum ancak belleğimin ağ tabakasından. Hatırlıyorum, hiç gün gözüyle görmediğim bu kuru, eğri büğrü, acı çekmekten kasılmış, soğukla biçimlenmiş kuru ağacını zamanın. Ağaç da nöbette. Nöbetimi tutuyor ağaç. Ben nöbet geçiriyorum, zaman geçmiyor artık. Ben bu ağacın sevdalısıyım. Şimdi. Onunum. O orada saplı ben burada ama hâlâ nöbetindeyim yokluğunun. Şimdi. Çırpınıyorum. Tanıyorum. Zaman doldu. Silahımı teslim ediyorum. Nöbet tuttuğum köşelerde döktüğüm kara saniyeleri toplayacak ak karıncalar besliyorum ve salıyorum bir karganın kanadının altında bir sonraki yüzyıla. Elbet kesişir patikalar da transit yollarla. Üç, beş, yedi, dokuz. Boyunda morarmış bir halkanın çağrıştırdığı urganlarla bağlı sadakat. Kayıp anların anahtarı pır pır eder yüreğim. Nöbette uyuşan benliğimin yerine geçen rüzgarın sildiği ayak izlerinde yittim bir kedinin.

İçim hâlâ sıcak. Karıncaların dönmesini bekliyorum..ama kar yağıyor.

28 Kasım 2010 Pazar

s ı k k u l l a n ı l a n l a r

40x40 karton üzerine akrilik 2010 s.t.


Sarayım yağmalanıp yandığından beri tırmanabileceğim ve uzaklara bakabileceğim bir çatım, perdelerinin arkasına saklanıp dışarısını gözetleyebileceğim ve hatta atlayabileceğim bir pencerem kalmadı; yastığımın altına ne kadar anı saklayabilirim ki, şiltenin altı uygun ama yataktan inemiyorum.

Feleğin çemberi sokağından geçtim, uzak olmayan denizlerden, komşu olmayan ülkelerden, yolcu olmayan yolculuklardan… Anılarımı aktarabileceğim bir bellek istiyorum. Yatağım çöktü çökecek… Gidip bulmak lâzım o arka bahçeye gömdüğümüz yadigârlarla dolu sandığı, yağmalanmadıysa eğer…

Fotoğrafını görünce, çok kısa bir an için bile olsa durakladım; sonra bir tebessüm - o da kısacık, seyirmesi gibi bir yanağın- .
Kısa filmlerdeki gibi..

24 Kasım 2010 Çarşamba

t. h. v.

40x40 karton üzerine akrilik 2010 s.t.


...köhne, küflü, dumanlı, gürültülü kahveye girer, ortak noktaları fluluk ve amaçsızlık olan adamlar arasında gereksiz yerimi alırım.Taş şakırtıları bardak şıngırtıları bağırış çağırışa aldırış etmeden önemle dikkatle arada yükselen ses ve heyecanla tekrarlarım “top havadayken vuracaksın” “top havadayken vuracaksın” “”top havadayken vuracaksın” kahveye ilk defa gitmişsem birkaçı homurdanır, sonra unuturlar. Onlar tespih çeker ben tekrar ederim tophavadaykenvuracaksın-tophavadaykenvuracaksın-tophavadaykenvur çaylar gelir ben ağzıma sürmem, kaşıkları eğridir, şekerleri ıslanmış, bardakları çatlak, onlar höpürdetir ben hesabı öderim top havadayken mideleri çay ve sigarayla kaynar beni YANIK diye çağırırlar. Cevap vermem. Buraya kadın girmez. Bu adamlardan biri beni anlasa. Anlamazlar. Top havadayken vursalar zaten hiçbirisi burda olmaz. “YANIK üzülme” der gülerler hırıltıyla ahmaklar. Bir tanesi sırtımı sıvayarak “oluyor be abi böyle şeyler” diye söylenir.

Ben dikkatimi dağıtmam bunlar boş laflar. Kapıyı açtım mı soğuk dumansız karanlık hava çarpar. Söyleyeceğimi söylemeye devam eder yoluma bakarım. Aklımdan geçen kafamı oraya buraya çarpıp durmaktır, kanlı yumruğumla bütün camları vitrinleri parçalamaktır. Ellerimi cebime saklarım. 35′ liğimi alır koltuğumun altına sıkıştırır yerde duran yüzlerce binlerce havadayken vurulmamış topun ıstırabıyla yalpalarım...

~

40x40 karton üzerine akrilik 2010

YAZ!
yaz
sen sanatsın
sen seçkin bir halka
halkadan geçenleri eliyorsun
sadece sanat giriyor içeri
çıkan da sanat zaten
üret

ÜRET!

bu sözleri senin sandim
bu sözlere bayıldım
bu sözleri içselleştirmenden bildim
bu sözler artık senin
müziğini dinle/yeme/dim
bir kulağa fısıldar gibi defalarca okudum bu sözleri
bu müzik yetti bana

15 Kasım 2010 Pazartesi

a n y a

40x40 karton üzerine akrilik 2010 s.t.
...
ah anya,
o pürüzsüz sırtını kaplamış kara sır,
denizi hiç ısınmayan kumsallarını
kokundan tanıyan
bir cam ustasının
ölümsüz aşkıdır
...
ah anya
üzme kendini;
o kadar yakınsınız ki
ne sen onu görebilirsin
ne de o seni.

4 Kasım 2010 Perşembe

f o l

70x70 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.

...karanlıklar içinde en son kalbimin ucu yandı tutuştu bir sigara kağıdı edasıyla hiç sönmeyen retinamın en kuytularıydı yanan bir de ! olsa bir inlifilaktı alır başını giderdi sonrasında da tarih anardı yıl bilmem kaç meşhur istanbul yangını avuç içlerim ense köküm yastıklarım ve çoraplarım ve arda kalan ateşi sönmüş hayalar firavun mumyaları denli ruhu naz işvesi baz asidimi nötralize eden beceriksiz cüce cambaz yanan bir ipte yürümekteydi körelmiş çatalın batmadığı et kalmadı bıçağımın kesmediği ip trapezinden hiç düşmedi çadırı yanmadı hayatımın kayıp çocuk sirki çocukluğumun balina mumyası kumpanya sona erdi ne yana baksam yükseldim sonunda pek çok şey gibi bir perdenin ardındaki gölge oyunlarıydı yaşamak elimde kendime ! ne varsa işte bunu herkes bilmiş ne güzel öyleyse bir de ben bileyim ne olacak yanan bir ipte yürümek değil miydi yaşamak en son kalbimin ucu biliyorum yanacak...

28 Ekim 2010 Perşembe

f o l

30x30 tuval üzerine akrilik 2009 s.t.
...gece en karanlık olan gündüz en aydınlık olduğunu sanan sen ne gecesin ne de gündüz sen en keşfedilmemiş en lirik en epik en pastoral en… ve gündüz aslında ne kadar da aydınlık...ve de son.

f o l

70x70 tuval üzerine akrilik 2010 s. t.

...mutlaka bir acelesi olmalıydı yoksa niye bu kadar hızlı çalsındı ki piyanoyu mutlaka yetişmesi gereken bir randevusu olmalıydı mutlaka biliyor olmalıydı onun kimlerce yakalanmaması gerektiğini ve mutlaka her sabah unutuyor olmalıydı ta ki yatakodası penceresinin önünde derin derin solurken sabahın ilk ışıklarıyla ilham yüklü sabır pırıltılarını çekene dek yeşil gözlerinden burnundan ve sarı saçlarının uçuşmasıyla ürperen teninden kulaklarının ta ki pencerenin pervazına tırmanıp oradan yan evin terasına ve oradan da bacaya tutunarak ve uçuyormuşçasına yumuşak adımlarla kırmadan kiremitleri çatının en uç noktasından arka avludaki kurumuş ağacın dallarında terkedilmiş muhtemelen karga yuvasının yeni sahibiyle karşılaşana kadar dante’yi en son ne zaman okumuşsa dersine en son ne zaman girmişse ve piyanosunun başında en son ne zaman uyuya kalmışsa yorgun bir mutluluktan hatırlayacaktı telaşı neden ne kaçabiliriz cehennemden ne de yetişebiliriz ona bu komedi sona ermeden hayallerin hiç birisi farkındalıktan gelmiyordu atlatabilmek en mühim olanıydı hep birşeyler oldu sandık aldandık aslında yaşadıklarımızın hepsi farkında olmadan zannettiklerimizdi biçimsiz tarifsiz ama zarif..

23 Ekim 2010 Cumartesi

f o l

70x70 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.

...karanlıkta yine elimi torbaya daldırdım elime gelen ilk kâğıdı alıp içinde ne yazdığına bakmadan altından çakmakla yaktım sayılar ve kelimeler döküldü ayağımın önünde duran kül yığınına daha yakından bakmak için eğilmiştim oysa ki hep böyle kalacağımı bilmiyordum 2 gb anı yükledim kendime fotograflar şarkılar vesaire fazlası duygusallık yapıyordu aralarında piksellenmiş olanları daha bir acıklı beynimin bana oynadığı oyunlara kurallar koyup başka insanlarla oynamak istedim saklambaçtan uzun eşekten mahalle maçından hatta şok partilerden bile farksız olsun istedim istemiştim artık istemiyorum bıktım mesela artık uyumak istemiyorum zaten uyanacaksam uyumanın ne anlamı var her gün her gece anlamsız şekillere mor siyah uzay martılarına anlam yüklemek istiyorum hem de 4 gb normalsizlik istiyorum durduk yere nefesimi tutup hiç kimseye neden tuttuğumu açıklamak istemiyorum onlar bana neden boş yere nefes alıp verdiklerini açıklıyorlar mı ki istemekten de bıktım istiyorum alıyorum alamıyorum vermiyorlar ben yine de istiyorum hareketsiz kalabilmek gibi bir güce sahip olsaydım kesinlikle kalırdım şu saniye saate baksam bir sonraki günün bu saniyesinden neyin farklı olabileceği hakkında fikir yürütmek isterim onun için bakmıyorum elimin altında bir kitap var kitabı birisi yazmış epey para kazanmış olmalı 64. baskı herkese nasip olmaz ama bu bana yapılan kaçıncı baskı bilmiyorum saymayı deneyeceğim bundan sonra oysa tembihlemişlerdi hangi tembihe uydum ki şimdiye kadar bildiğim bir şey varsa elektrik süpürgesi diye süper bir icat çıkmış istediğin her şeyi içine çekebiliyorsun her şeyi çivit mavisi bulutlardan renkleri bile...

15 Ekim 2010 Cuma

f o l

70x70 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.

...hepimiz haklıyız hayatta bir sürü acılar çektik ne istediğimizi bilemedik bildiğimizde söyleyemedik söylediğimizde istenilmedik dengesiz büyükerimiz oldu manyak öğretmenlerimiz bir türlü en iyi arkadaşları olamadığımız en iyi arkadaşlarımız maalesef uyum sağlayamadığımız ve maalesef mükemmel uyum sağladığımız sevgililerimiz ve telaffuzu ölümden beter eski sevgililerimiz oldu çekilmez yöneticilerimiz ve dayanılmaz elemanlarımız oldu ne çok insanla olayla düşünceyle uğraşmak zorunda kaldık ne çok yalan dinlemek ve söylemek zorunda kaldık kaybetmekten korktuk kazanmaktan korktuk geçmişten korktuk gelecekten korktuk yalnızlıktan korktuk bağlanmaktan korktuk gitmekten korktuk kalmaktan korktuk sevişmekten korktuk unutmaktan korktuk unutamamaktan korktuk uçmaktan korktuk inmekten korktuk başkalarından korktuk karanlıktan korktuk kendimizden korktuk korkma ben varım demedi kimse marşımız korkma diye başlamasına karşın haklısın para yok aşk yok değişiklik yok rahat yok anlamı yok hüzün güzel bir şarkı ıstırabın yıkıcı hazzından vazgeçmek zor ve özlemek insana hala ölmemiş olduğunu hatırlatıyor ama artık bavulu toplayıp gitmek lazım istikamet kargaşa karanlıklar içinde de olsa bir umut deryalara denizlere mevsimlere sarılara kızıllara siyahlara...

13 Ekim 2010 Çarşamba

f o l

90x90 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.

...bu adada bütün mevsimler hep rüzgar filizkıran dalkıran yürekkıran ıssızlığın ortasında çırılçıplak bir yalnızlık sıradağların karlı doruklarında yanan burada bütün mevsimler hep acı ayrılıklar yoksunluklar sayrılıklar duvarların yatakların arasında gözyaşı özlemler yakınışlar çığlıklar bu adada bütün mevsimler hep iç sıkıntısı dünyadan yaşamdan sevinçten kopuk yorgun kırık bedenler yüzler soluk dudaklar en büyük armağan ölüme çağrılı bu adada bütün mevsimler hep rüzgar peki bizimkisi hangi ada ada nın tuna ya sen hiç kimsenin olamayacağı kadar şeyimsin benim diye başlayarak söyledikleri aklımda yer eden kitapla birlikte hatırlanacakların mı bizimikisi hangi ada hani şu dört bir yanı tehlikelerle dolu amansız dalgaların yaladığı alexandre dumas nın bile tüylerini diken diken eden aşılmaz taş ada mı yoksa bizimkisi halikarnas balıkçısına konu olan deli davutun gülen adasımı yüreği olmayana geçit vermeyen mi bilemiyorum belki de bizim adamız jean jaque rousseau' nun adası saint-pierre kafamızda uçuşan binlerce kavramı dinginlilke bir araya getireceğimiz ne bileyim belki de bizim adamız kumral ada mavi tuna dır birilerini öldürmeden önce son kez uzaktan baktığımız nereye gidersem gideyim asla unutamayacağım amansız soğuk kurutucu dondurucu ruhumda bedenimde izlerini taşıyacağım ada belki de...

11 Ekim 2010 Pazartesi

f o l

70x70 tuval üzerine akrilik 200 s.t.

...bilinmeyen bir yolculuktan yeni dönmüş bir yolcudan arda kalmış ne varsa oyum işte beden boş bir kılıf davranışlarım edinilmiş alışkanlıklarıma çok yakın olsa da var olan yabancılık tarafımdan bile hissedilemeyecek kadar gri bu da bir bilgi artığı sadece bir tahmin sonuçta bu beden benim olsa gerek diyebiliyorum bir tek bu nefes parmak uçlarım yola çıkma fikrinden kaçtıkça önümde beliren olasılık hesaplarını anlamsız kılacak olanakların ve tekliflerin ve fırtanalı bir havada retinanızın zorlukla algılayabildiği reddi imkansız çalkantılı ıssızlığının ortasında dikilen direnen son denizfenerinin o tek çakımlık yön göstermesinden geride kalan geçici körlüğüme sepep biraz da bu yüzden beni sarhoş eden gittikçe küçülürken şekil de değiştiren ışık patlaması hâlâ belleğimde bir yanıp bir sönerken kamaşan ufkumun gizleyemediği tek hedef halindeki kara parçası ufkta er ya da geç belirecekti bu bilgiye de sahiptim karaya vardığımda o deniz fenerinin teatral yıkıntısıyla karşılaşacaktım belki de ayışığı vuracaktı üzerime ve gölgemle tanışacaktım ilk kez orada uzanmak ve hiç açmamak göz kapaklarımı denizin tuzu taşların arasından eserken ıslık çalan rüzgâr adına gece dediğimiz yapış yapış bu vaktin kadim adı karanlık orada uzanmak ve beklemek kabul görmenin göz yaşartan iyiliği mutluluktan uzak huzursuzluğa yakın orada uzanmak bir şiire konu olmak romanlarda hiç geçmemiş bir kapanış cümlesinin özlemiyle başlangıcı unutmak orada uzanmak bir yolculuk orada uzanan eski bir yolcu sıfatım ne olacak orada uzanmış kalırsam eğer edimsiz gözlerim hâlâ kapalı ben eski bir yolcu ardımdaki yolun yok ettiği yok olan ben varlığım deniz fenerinin geleceğiyle ilintili varlığım son kez çaktıktan sonra sönen eskiyen ve hatta intihar eden bu deniz fenerinin izini sürebilmemin tek sebebi bunu, doğmamdan belki de ana rahmime düşmemden az önce bana fısıldamışlar gibi biliyorum tedirgin bir uykunun titrettiği göz kapaklarım dalgın adımlarımın buluştuğu engebeler kalp atışlarını duyabiliyorum ben bu taşların gecenin nemiyle üşüyor ruhum kanıyorum bir yıldızın kaydığını görüyorum açtığımda göz kapaklarımı ve ona bakıyorum ilk içimden bir şarkı mırıldanıyorum belki duyar diye gecenin bekçisi karanlığın sevgilisi kendime söylemeye çekiniyorum hatta utanıyorum ama içimin istediği işte bu diyorum unutmaya hazırım erguvanların açtığı mevsimi...

8 Ekim 2010 Cuma

f o l

70x70 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.

...zamansızlığın siyahı yeşillerde parlayan acı sarıya kayar ve siyahın hükümranlığı derinlerde açar bahçelerin sabah rengi sarıdan beyaza acı acı ve susturulamayan çığlığı anın beyaz kapı kapalı zamansızlık siyah nadir sayılmaz ama gören de az bak bir bahçenin yeşilinde beyazın hükmü çiçek açar her kim ki ben rengim dese ve bunu denese dese ki ben pembeyim yahut sarı bir bahçede parlayan ne renkse hani işte o acıya açan tokat misali bir mor süsen, yani mor yanım süsler akşamı söner sonrası bahçelerin sabahı da solmak bir nevi zaman beyazı yaşam pembesi ölüm sarısı ayrılık mavilerde özlemek belki de kim bilir yeşilin solmasını kapı hâlâ kapalı ezberi kaçan tayfı şaşan bozuk ayarlar ve detone aryalar şatosunda bir bahçe bul ve beni oraya göm hafif sola doğru altında yüreğim seni bekler zamanın beyazı sarardı şefkatle hasretle ellerim kollarım dahi bedenim olsaydın sarardım kapıyı kim açtı sokulan bu çomak değil çekilen bu taş temelimden değil bir rengin anası bahçeler bahçeler dolusu saf ve engin ve derin ve şu bildiğimizi sandığımız su sel sus ko nuş ma mak çok acı kanım zehir aklım sonun harcı ilacı bir kapıdan geçmekse bir kapıdan geçerim dar bir alçak bir imkansız bir değil binlercesinden senden değil bu bahçe seninle güzel, bu beyazın çığlığı akşamın çağrısı bu sarı sen bu yeşil bu mavi sen bu ten bu ben mor süsen kapıyı açan da kapatan da bunu bilen de biziz zaman beyazsa zamansızlık siyah kara kapkara...

7 Ekim 2010 Perşembe

f o l

90x90 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.

...düş bahçelerimiz ve biz farkındalığın ne kadar yüksekse o kadar çiçek açar çimenlerin düşlerin körpe fidanlar yıllanmış ağaçların gölgesinden uzakta büyürken genişleyen gölgelerin sakladığı gizem dolu hallerle gün ışığına çıkarılacakları günü beklerler dururlar bir söz belki bir eylemle harekete geçen zihin karanlıklarla saklı bezeli her bahçede bulunması kuvvetle muhtemel çukurları kuytuları görür olur bir patika ansızın yok olur gören göz değildir sen değil bozulan ezberlerin ancak şimdi izin verdiğince görmek yorar seni eskirler daha önceleri nasıl da bu gerçeği görmediğine boşuna hayıflanırsın bilmediğini algılayabilmek bu koşullarda mümkün değilken yeni tanımlar üretmenin arzusuyla saçmalarsın ahh bu rutin alışkanlıkla elde ettiğin becerin tek gözünün yarım yamalak gördüğünü kabul et artık odaklanamadığın hedefini ıskalayan elin utancıyla nasıl örtebilirsin ki kızaran yüzünü ne kadar kavruk da olsa ve soluk hatta çirkin bir çiçek ne kadar çirkin olabilirse bu çiçekler senin bahçende varlığını yeni keşfettiğin bu kör kuyu görmeyen gözünün yerini tutacak yeni gören çukur senin yoksa düşersin artık içeri girmeli karanlıklar içindeki renklere sarılmalı sis bastırıyor...

4 Ekim 2010 Pazartesi

f o l

90x90 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.
...bir geceyi neyle ölçeriz uzunluğuyla mı derinliğiyle mi feda ettirdikleriyle mi kazandırdıklarıyla mı unutturduklarıyla mı hatırlattırdıklarıyla mı yarattıklarıyla mı yok ettikleriyle mi ya aşkı aşk kara bir delik ölçü aletlerinin sapıttığı içerek yazarak ıslanarak sevişerek saklanarak ve kanatarak ölçenleri duyardım ama ben işim gereği bekleyerek ölçerdim geceyi sadece bekleyerek ölçerdim çünkü eskidendi bekleyişi gecelerle ölçen o kapkaraydı uyandırmadan önceydi gecemi saftı sahiciydi kesindi gece olmalıyım ama olamazmışım uyku olmalıymışım önce uyku nasıl olunur yapılırsa kaç kişiyle yapılır kapalı bir kutu mudur derinliğiyle mi ölçülür rüyasıyla mı yoksa upuzun saçlarıyla mı düşünmek istemiyorum beklemek istemiyorum gerçek bir uyku istiyorum gece olmak için saf sahici kesin karalarla dolu kara geceler içinde renk üstüvanesinde dönen renklere tutunarak ama kırmızıya kırmızı demeden önce siyaha merhaba diyerek karşılamak gece gibi hayatın başladığı yerde çırılçıplak..

3 Ekim 2010 Pazar

f o l

30x30 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.

...düşmekte olduğumuz karalar çukurunun kıyısına geldiğimizde halbuki ve aslında bir ve daha en derin bir uçurumun kıyısında olduğumuzu görünce hayal kırıklığına uğramadan düşmeye devam edebiliriz çünkü bir önceki düşüşte açmaya kıyamadığımız yedek paraşütümüz artık emrimize amadedir ve bu düşüş aslında sky-diving de adı verilerek yapılırken kontollü bir kendi iç alemine gelecekten eski kendine bugünden dün hayatına bir kuşbakışı bakıştır karnındaki mutluluk karıncalanmalarını nefesini tutarsan bertaraf edebilirsin iraden dışı mutlu olmak yorar insanı çünkü hüznün tam ortasındaki mutluluk çay içerken dondurma yemek gibi bişi dişlere ve akıllara zarardır en azından dünkü senin de bugünkü kadar mutsuzluk içinde yüzdüğünü öğrenmek bu uçuş sırasında bugünleri de atlatabileceğine dair bir umut vermektedir insana halbuki ve aslında ne kadar da zayıf noktan varsa o noktalarını birleştirerek bir sen vardır senden içeri bir sen daha çizersin bir sana daha yetecek kadar zayıf nokta bulunmuşken karalar içindeki boşlukta kıpırdayan sonsuz renklerle iç alemine otoyol hız limitleri olmaksızın durma hızlan durma sür sen pilotsun bense senin co-pilotun...

30 Eylül 2010 Perşembe

f o l

70x70 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.

…karaların içinden kapkara bir plazma beden olarak var edildiğinden beri bekleyen vaatlerin çiçeğini unutmuş kabuğunu kurutmuş ısırığını özlemiş bir meyvenin kardeşlerinden habersiz anasından bağımsız babasız tohumunda davetkâr ve fakat unutkan efendinin o bildik izini sürdüm eti toprağa çürüyen suyu havaya buhar bir hayalden ibaret yaşam medresesi şehvetin neticesi aşkların binicisi arzunun eğitmen bedenini gördüm damarlarından bu kocamış ağacın bu körpe dallarına köhne köklerden emip de zorla isimlerini verip cisimlerini bildirdim tek tek bu bir mevsimlik geleceğin kozasını daracık dehlizlerden geçmişten esrik eziyetlerle taşıyıp önüme yığan zamanın ruhu yazıklanma sen de dene en karanlık gecelerde kayıp ormanların kuytusunun birinde anlam yüklü ağulu çiçeklerin bir anlığına açıverip sana göz kırpıvermesinin bir gün şahidi olabilmek için bir belkinin peşinden gitmeye değer değer bir günlük kelebeklerin kölesi olmaya o vadi var olduğundan beri seni ister bak mavinin neşesi alevin efendisi örümceğin emeceği ilk kanla çökecek uykunun beklentisinden yükselen özlemin titrettiği aşk evinin ateşi sayıklamaların terli gecesi böceğin zehiri umudun yangını doğuracak yarınları yumurta kozalak yumru ve tohum solgun kuru ve suyu kaçmış, dolaşımları karışmış ilişkilerin şişmiş uru şaşkın plasentası ne zaman ki iki mumun aşkına bir üçüncü izin verir onlar erir aşk maddenin beşinci hali…

29 Eylül 2010 Çarşamba

f o l

70x70 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.

...yerçekimsiz ortamlarda yutkunmak zor bir çiçek açması mayısa durması dalların kaçması uzandığım yerlere sonra şu duruş ürkek sanılan çakılı denizin tuzuyla yokluğun suyuyla çamura bakan kumsalda yer değiştiren gölgene rakip bir sıçrayışla uzan yanıma fenerden kalmış bir gölgeyi çekip de üstümüze görünen rüyaların maddesi yıkılış sesi açıklardaki şu batmış teknenin içimin istediği yanımın kanadığı üstümün örtüsü gözümün gecesi dalgaların sesinden rüzgarın nefesinden ahşabın neşesinden eksile eksile geldim ben bu adaya zaman fenere mahkûm bir kulenin geceden vezgeçtiğim ne kadar yıkılabilirse ne zaman sürebilirse tam da bu göç-üş her atışında bir taşın kalbi cümrü kadar çukur demek çukursa nihayetinde bir kuyuya işaret öyle bir göçüş ki bu arzudan ve aşktan ibaret öyle bir arzu ki bu aşktan ve göçüşten aşksa içine göçmüş bu kule-fenerin ütopya’sı kör eylem bakışsız rehber değişimin aynasında kendini görmek çamurlu suyla dolu bu kendini çöken çukurda yavaş yavaş kuyu değil bir hayvanın susamasından uzak henüz kazanamacasına bilinçsiz arzu başıboş aşk kazanansa sır öfkesi dinen suyun aynasında geçmişine gülümseyen duru ten kökleri kendisine çeken dallarında bu sefer kahkahası erguvanların ne de güzel bir masumiyetin var ey yaz keyfini sürmeli yolunda büyümelis sokaklarında taş taş üstüne eklemeli tan yerini eklemeli ustaca ve hassas parmak uçlarımızca alıp da bir üşümüş ceylanın alnından köküne yerleştirmeli ensemizin ne de güzel bir gidişiniz var uzaklardan beklemek de bir yolculukmuş beklemek ve uzanmak ve biliş bildim karaların içinden fışkıran renkler gibi...

f o l

90x90 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.

..karada karalarda bütün mevsimler hep rüzgar filizkıran dalkıran yürekkıran ıssızlığın ortasında çırılçıplak bir yalnızlık sıradağların karlı doruklarında yanan burada bütün mevsimler hep acı ayrılıklar yoksunluklar sayrılıklar duvarların yatakların arasında özlemler yakınışlar burada bütün mevsimler hep iç sıkıntısı dünyadan yaşamdan sevinçten kopuk yorgun kırık bedenler yüzler soluk dudaklar burada bütün mevsimler hep rüzgar nereye gidersem gideyim asla unutamayacağım amansız soğuk kurutucu dondurucu ve ruhumda bedenimde izlerini taşıyacağım denizi hiç ısınmayan çocukluğum gibi hazan hüzün hezeyan her an haz an an hezayan çokça donmuş suyun buz hali asık bir surat azalan bir haz halinin hayali haz hali ardında ayaz henüz belirgin imgenin az az yittiği yitişi azalan azaldıkça avaz avaz annemin çok güzel yaparım dediği ama hiç yapmadığı çılbır...

28 Eylül 2010 Salı

f o l

30x30 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.
..kapkaralık içinde karalar denizlerle çevrili karalar mumyalanmış renk adacıkları arzu ve beklenti gizlice edilen dualar beklenti ve umut öpülen dudaklar ayak izleri ıpıssız bir kumsalda olmayan ayak izleri sahipsizlik hissi olmayan dudaklar tutmayan dualar yorgun bir zihnin ürünü acı tutmayan mayasız hamur harcı öpülmeyen dudaklar vücudun kimyası beynin mayası ruhun aynası dualar ve deniz akar akar akar geçen ne bir kayık ne bir mevsimdir dalgaların sesindendir dalgaların sesindendir bilsek ah bilsek yine zihin her kıyı aynı denize bakar yaşamak en büyük amacımız varolmanın acısı en gerçek yalanımız teslim ol ruhum sahibim sensin doğduğunu sananlar içindir ölüm zaman diye bir şey yok zaman hep aynı aynadaki ben de bendeki sen de hep aynı aynanın aynılığından sıkılıp çıktık birimiz dışarı o kadar...

27 Eylül 2010 Pazartesi

f o l

90x90 tuval üzerine akrilik 2010 s.t.

..sevinç özlem ve kahkaha kâh sevginin özü kâh ince bir çizgide bekleyiş aldan aka giden bir yolda sarıya uğrayanların evi alev tutsağı bir al yürek rüyasında gördüğü yoka kayarken otun odla seviştiği külün kanla buluştuğu etin canla kolay kanma kurumuş otların anımsadığı uzun yeşil sızlayan beynimin ucundan sızan acı kan usumda tutuşan bağın ucundaki kor tutsan uçuşan bir an dokunsan tozdan dokunmuş bir halı en kırmızı hâli kâh tatlı kâh buruk bir şarap boğazında öfkenin düğümleri kütüğü kayıp bir soy seninkisi yangından arda kalan kalemle yaz sen korkma yaz kömür kalsın izi olsun bulaşsın sular aksın dudakların bulsun aşksın dudaklarının aralandığı anki beyazsın birsin renklerin dirildiği bu döngüde kâh özlem kâh sevinç...

31 Ağustos 2010 Salı

Soyut İmleç

Boşluk, boşluk, boşluk...
Hiçlik, hiçlik, hiçlik...
Varlık, varlık, varlık...

Boyutlar ve renk...
Lekeler ve renk...

Biçimler, biçimler, biçimler...

Neden... ? ...

Fon, ana kaynak, temel yüzey hep karanlık, siyah, koyu siyah.

Ressamın iç dünyasını mı... ? ...

Aydınlatıyor ?... Yoksa karartıyor mu ?... Bize ne demek istiyor ?... Bize bizi mi anlatıyor ?... Bize kendisini mi... ? ...

Yoksa kendisini bize mi ?...
Yoksa hepsi birden mi, birarada mı ?...

Yoksa hiçbiri mi ?...
Yoksa... Yoksa... ? ...

Boşluk üzerinde karanlık, karanlık üzerinde siyah, siyah üzerinde renk: Sarı, mavi, kırmızı, yeşil,... Dönüp dolaşıp bizi sarıp sarmalayan renkler.

Renkler renkleri doğuruyor. Renkler renkleri fışkırtıp biçimlendiriyor. Renkler renklerle arkadaş, yoldaş oluyor. Bilinemeyeni bilinir kılmak ister gibi.

Renkler, soyut biçimlere dönüşüyor, soyut biçimler de renklere...

Renk rengin kaynağı, baskın anası gibi.

Rengin biçime dönüştüğü anda soyut figüratif olmayan anlatım içe dönerekten dışa vuruyor. Dışlaşıyor, yeniden içleşerek, iç dünyaya, iç dünyamıza, ressamın iç dünyasına yönelip, yönelip hitap ediyor; Soyut imleç anlatım. İmgebilim bağlamında simgebilim çözümlemesine göre.

Elektromanyetik dalgaların uzayda bize ulaşıp enerji vermesi gibi, renkler enerjileşiyor ve bize enerji yayıyor.

Ressam, ressam, Semih Taytak, niçin bu enerji ve bu enerji yayma için uzay aracı spatula ve kumaş olarak akriliği kullanır? Kullandı mı? Evet kullandı. Boyut 90x90 ve 70x70 ile bizi, izleyeni nereye uzandırıyorsun?.. Nereye?..

Ressam: Semih Taytak.
Müzik: Elektromanyetik renk bulutu.
Mekân: Siyah.
Uzay: Siyahın siyahı.
Fırça: Spatül.
Spatül: Fırça.
Duygu: Özlem.
Özlem: Yaratı.
Yaratı: Film.
Film: Fol.
Fol: Resim dansı. Çılgın-deli dans.
Seyreden sanat: Semih Taytak.
Zaman ve Tarih yok.

Derûn-î ibn Derûn-î
Prof.Dr.Şahin Yenişehirlioğlu

27 Ağustos 2010 Cuma

Ustam, çırak olacak yaşa geldin dedi günlerden bugün; yaşım, çok...

" Denizi hiç ısınmayan çocukluğumdan " doğum günü pastası


...ne zaman burkulsam, ağrısam, incinsem, özlesem, yansam, yenik düşsem, kimsesiz kalsam; her biri, çoktan açılmış bir yoldan kolayca ilerleyerek, daima ve hep aynı yere varıyor. İlk ve yegane acıya, hasrete, yoksunluğa, aşka, işte tam buraya, kaynağa, yara yerine, aşı izine, göbek deliğine, bene… birden, hemen, çabucak, kolayca harlanıyor, hızlanıyor, deviriyor beni, kavrıyor, kavuruyor. Sırrım bu, sihrim bu. Sadece ilk ve bir tek olan. Bu kadar. Başka yok. Bir ikincisi, yedeği, jeneratörü, kaçamağı, tekrarı, geri dönüşü, unutuşu yok. Yemin ederim. Sadece buna inanır ve ibadet ederim. Sakladığım bu.
Bildiğim; uğruna yaşayıp özleminden öleceğim ey s e v g i l i - m hayat !.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

foto: umayumay
- Asıl hasarlar çok sonra ortaya çıkar.
- Ne kadar sonra?
- Çok sonra.
- Nasıl?
...
Gözlerimi yumuyor ve bir boşluk düşünüyorum. Boşluk, dibi delik bir paranoya.
Bana uyku yok, korku yok, hayal kırıklığı yok, hüzün yok, umut yok. Kapıları iyice kilitleyip bütün ışıkları açıyorum. Sonra hepsini kapatıp gecenin kötü işaretlerine bakıyorum. Kollarımda çürükler buluyorlar. Nasıl olduğunu bilmediğimi söylesem, inanmayacaklar. Tövbeye ihtiyacım var, suskunluğa ihtiyacım var. Sütten ağzı yanmış biri neden ateş yutmaya kalkar? Yaralarım kapanmadan, ..ki belki bu defa ölümüme sebep olacaklar, bir daha günyüzüne nasıl çıkabilirim? Bütün felaketlerin sonrasındaki gibi olasılıklarla oynayıp duruyor zihnim. Acaba?

Kelimeler sivri uçlarıyla kafamı kazıyorlar, zaman keserek ilerliyor, gene de acı duymuyorum. Aklıma 'before the rain’deki sessizlik yemini etmiş çocukların affedilmiş gözleri geliyor. Günahı ben işlemedim. ama sadece nefes almaya devam edebilmem için günah çıkarmama izin versinler. Bedelini ödemezsem ben sevilmeyi nasıl becereceğim?

- ..böyle.

8 Ağustos 2010 Pazar

k e r e m e y l e

foto: umayumay
Üç kitap bilirim.
Biri o k u ! diye başlar.
Diğeri d i n l e !
Seni düşündükleri, özünü düştükleri üçüncü ise
ö z l e !

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Bir ara ben Fikret Mualla ile odanın öbür ucunda konuşurken, bizim arkadaşlardan biri, bir akşam evvel başlamış olan guaş resmin bitmiş olduğu gözüne ilişmiş olacak " A...resim bitmiş, ne kadar zamanda yaptınız?" gibi bir soru savurdu. Mualla duydu. Benimle konuşuyordu, o tarafa döndü ve hiç kaybetmediği o gergin tebessümü ile
" e l l i s e n e d e " dedi ve benimle konuşmasına devam etti.

Orhan Koloğlu / Bir Garib Kişi - Fikret Mualla

3 Ağustos 2010 Salı

foto: umayumay
Köpeğimin bana ihtiyacı yok, başına buyruk. Kendimin bana ihtiyacı yok, başında kuyruk. Fikirler kuyrukta.

Ağlamaları beklemeye aldım. Bir Barış Manço şarkısı dinletiyorum telefonda: " sen gidince güller açar gülpembe"... Öldüğü zaman telefonlarda Barış Manço çaldı hep. Keşke bir daha ölse.
Bir daha dedim de, insan bir acıyı iki defa çeker mi?

Sevda kuşun kanadında ise, kuş nerede? Kuş - kusuz bende değil. Be - den - de hiç değil.





2 Ağustos 2010 Pazartesi

arh+

foto: umayumay

A eraş pozitif kanıyorum. Ama en azından diğer ölçme-değerlendirmeye tabi tutulabilecek şeyler negatif hayatımda, ya da ben öyle sanıyorum.

Tahliye emrini verdim, tahliye vanası fırladı yerinden. Hayatın geri dönüşümsüz boşluğa fırlatılışı. Geriye sayma zahmetinde bulunmayın, ileri sayamayacaksınız çünkü.
Tabii ki meçhul bir failden konuşuyoruz; ki, kim olduğunu tespit edebilecek kadar hiç-eşli olamadım.
Daha önce de fırlatılmış hissi yaşıyor. O mu ben mi? Hep aynı genler mi sokağa atılan? Gene, genetik bir çöplük mü yarattık istemeden?

Bu başıma geleni daha önce başıma geldiği zaman, onun da başına gelen bir zamanlar ki en yakın psikologuma anlattığımda ağlamıştı.

Ve hiçbir şey uzaktan görüldüğü gibi değil dedi bana gecelerden bir gece, bu içimi rahatlatmalı mıydı?
İçim rahatlamadı, dışım da. Hayat bir iğnenin ucunda ve başında. Deliğinde ve deli-liğimde. Hayatın balonunu deldiğinde, toplu iğne başı kadar bir noktadan da olsa akıp gidiyor orandan ve artık senin değil.
Dünyası başına yıkılmayacak hiç, dünyası yok çünkü. Yenidünya' lar da muşmula oldu çoktan.

Gece geçen gemileri özledim.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

./..

foto: umayumay

..sonra..
Bir terminalde denk geldim sana. Yaprak kıpırdamıyordu, sen kıpırdamıyordun. Kıpırdadım sonra, gittim. Biletimde “zorla bindirildi. gözleri arkada kaldı, bagaja koyduk.” yazılıydı. Öyleydi. İlk mola yerinde sesini gördüm, kıpırdamıyordu. Tuşlarına basıyordum sadece, yere bilmem kaç yıl önce döşenmiş karo taşlarının.. Adını yazıyordum ayaklarımla. Sen yine, kıpırdamıyordun. Bir solukta söylediğim onca cümle geldi aklıma, şimdi tek kelime için yetemeyecek nefesimden utandım. Gülümsedim, “neden güldün?” dedin. “hiç” dedim. Geriye dönüp baktığımda yerinde yeller esiyordu. “yaşasın!” dedim, “burada kaldım - İki şehir arasında, ne orda ne burda..ortada kaldım.” En alışık olduğum yerdi ortada kalmak, o veya bu şekilde hep ortada kaldım. Her şeyden uzaklaştırıldım, kendimden bile. İtiraf edilememiş onca şeyin birçoğu bana dairse halâ arayışım kendimedir bunu biliyorum.
İtelediler. “devam edeceksin!” dediler. Kıpırdamıyordum, ama kıpırdayan birşeyin içindeydim. Sürekli uzaklaştırılıyordum sende ve kendi kelimelerimden.. “ Yürüyüp gideceksin, arkana bakmayacaksın.” diye bağırdı arkadaki. Kıpırdamayışımın uğultusundan rahatsız olmuştu belli ki. “Yok” dedim “benim gözlerim arkada.”.Cebinden bir avuç şeker çıkarttı, bana uzattı. Badem şekeri, en sevdiklerimden.. tam alayım derken avucunu kapatıp geri çekti, “biliyor musun, benim de gözlerim arkada aslında.” dedi. Sonra uyandım. bir sürü kısa mesaj vardı kaburgalarımın arasında. “Tüm iletileri sil” dedim, silindi. Şehrime gittim, doğduğum yere. Hiç ısınmayan denizi olan şehre. Kimsecikler yoktu. Ne omzuna dişlerimi geçirip ağlayacak, ne bu yalnızlığın hesabını soracak. Hiç kimse.. tavanarasında dedemin körüklü fotoğraf makinesi vardı, anneannemin gazocağı. Hepsine ağladım. Hepsine dişlerimi geçirdim, kendime dişlerimi geçirdim. Bavul omuzumda iz yapmıştı. Boğazıma astım, boğazımda iz yaptı, düğüm düğüm oldu. Yutkundum bavulu..
Sen uzaktaydın, kendi bilinmezliklerinin içinde.. kendi çözümsüzlüklerinin içinde. Ve kıpırdamıyordun. Nereye gitsen ne söylesen hepsi 'sana' doğruydu. Sen kıpırdamıyordun- ben kıpırdamıyordum. Kıpırdamıyorduk / k ı m ı l d a mıyorduk..

Arka planda: Ne isterseniz onu dinleyin.

29 Temmuz 2010 Perşembe

( ! )

foto: umayumay

..dananın kuyruğu - geldi gelecek- dananın kuyruğu - indi inecek - dananın kuyruğu - sustu susacak - dananın kuyruğu - kalktı kalkacak - dananın kuyruğu - bildi bilecek - dananın kuyruğu - gördü görecek - dananın kuyruğu - sevdi sevecek - dananın kuyruğu - gitti gidecek - dananın kuyruğu - oldu olacak - dananın kuyruğu - kaldı kalacak - dananın kuyruğu - koptu kopacak...

26 Temmuz 2010 Pazartesi

elleri öpülesi e.c.

foto: umayumay
Evlerin saat beş olma hali
Ben yorgunum anlamaktan
Bir duvar, bir tebeşir gibi yazmaktan yazılmaktan.

Ve akşam
Alanların caddelerin bana biraz fazla geldiği
Üstümü başımı bilmediğim bir akşam
Ne yapsam
Alkollere gitsem. Giderim alkollere bir mektup gibi
Alkollerden gelirim bir mektup gibi
Bellidir sırtımdaki kan ve puldan.

Yağar ki sokaklarda bir uzun yağmur
Islanırım ıslanırım anlamam
Sanki nedir bir yağmurun güzel olması
Sahi bir yağmurun güzel olması
Yağarken kendine severek bakmasından.


E. Cansever

foto: umayumay


..zaman diye bir şey yok. Zaman hep aynı. Aynadaki ben de, bendeki sen de; hep aynı aynanın aynılığından sıkılıp çıktık birimiz dışarı o kadar.

m o n o

foto: umayumay

Seviştik... Yarısı insan yarısı at gibi. Bir yanım güney yarı kürede.. yazdı - yandı. Bir yanım kuzey yarım kürede.. buzdu - dondu.

Müziştik... Kırk tas nota ile ruhumuzu kırkladık. Birinci sesten gelen sıcak, ikinci sesten gelen soğukla kurnaları ılıştırdık. Şarkıların göbektaşında aklandık. Yattığımız göbekler taş oldu, kendi kuyruğumuz etrafında dolandık bir süre. Gençliğimizin sıvılarını harcadık gazyağı kuyruklarında. İnsanlığımız atık su vergisi halinde fatura edildi.

Gitarların tınısı yaralarımıza kabuk bağlattı. Acıyan bacak aralarımıza sol anahtarları ile pan-sol-man yaptık. Herkes kendi kuyruğunu kıstırdı bacak aralarına. Kuyu gibi gözler birbiri içinde karanlıkta kayboldu ve kimse kimseyle göz göze gelmedi, ölmek için kuyruğa girdiğimizde.

Boşanma sonrtası flörtü başladı sesler arasında. İkinci ses boynuna doladı kollarını birinci sesin. Birinci ses dayanamadı, yatağa itti ikinci sesi. İkinci ses hareketsiz kalamadı. ...maldı.

Tek partili dönemden çok partili döneme geçiş sancısı (gibi) yardı karnımızı. Ağır bir anestezi altında sezaryenle alındı üstüste boşalmalarımız.

İkinci ses boynuna doladı bacaklarını birinci sesin. Birinci ses dayanamadı, kendini itti içeri. İkinci ses inledi, hareketsiz kalamadı. Boşaldı.

Boş bir banyoya koştuğumuzda stereo yıkadık stereo atkı-çözgü işlenmiş bedenlerimizi. O andan itibaren hiç bu kadar temiz olmayacaktık. Döktüğümüz şampuan kezzaplı sudan ibaret alıp götürmüştü derimizi. Üzerinde boş (alınmadık) yer kalmayan derimiz bir müzede sergilenmek üzere yetkililere teslim edildi.

Şarkılar bitti. Acıdan doğduk yeniden; sarmaş dolaş ayrılıklarımız, kan revan içindeki dostluklarımız, yüzümüzdeki uykulu başarısız intihar girişimcileri bakışı.

Gençliğimiz ve insanlığımız gözyaşları içinde geri dönüşümsüz atık su tesislerine aktı gitti.

Artık tüm vergilerden muaftık...

23 Temmuz 2010 Cuma

@muroyulo ucrubat

foto: umayumay

Gece / Psikiyatri Kliniği / 59045632 no'lu oda / iç
-------------------------------------------------------------------

Hastane, hiçlik demek. Bol floresan ışık, refakatçi kanepesi, yapışkan tebessümleri ilk azarda dağılmaya müsait damar bulma beceriksizi hemşireler, kateter, serum fizyolojik, hemşire çağırma butonu, kötü haber dolu televizyon kanalları, teneke tabldot tepsisi, çarşaftan müteşekkil üniformalar, koridordan gelen çığlıklar, kilitlenemeyen kapılar, yaşam bedenden mi ibaret, olağan karşılama uzmanları ve onların daima kesip almaya, semptom yok etmeye yönelik şırıngaları ve neşterleriyle burası, hiçliğin var edildiği yer. Poker suratlı doktorlar, buradan çıkar çıkmaz it gibi sarhoş olacak, hiçleştirme uzmanları. Bu zalim nihilizmle ancak birbirleriyle çeşitli ihanetlere bulaşarak başa çıkmaya çabalıyorlar. Seks nasıl varoluşu merkezleyip taçlandırıp arttırıyorsa, âna dair eksiksiz bir inançla hayata bağlıyorsa, burası onun zıttı. İnsanın milyonlarca benzeri olan bir vakaya indirgendiği yer.

Buradan çıktığım gibi, dünyanın her yerindeki floresanlı, sessiz sabo adımlı hastanelerde, sus işareti yapan yalancı hemşirenin karşı duvarına asmak üzere, “çıkarın beni burdan” feryatlı fotoğrafa poz vereceğim. Dünyanın bütün hastaları, taburcu olalım. Dünyanın bütün dirayetli refakatçileri, çıkaralım benizleri giderek solan mâşuklarımızı burdan. Sevişmenin olmadığı yerde yaşam ne arar?

Gidelim burdan. Çubuklu pijamalarımız, terliklerimiz, kirli çarşaflarımız, isim ve numaralarımızın yazdığı plastik bileklikler kalsınlar. Onları batı tıbbının aciz neferlerine bırakalım. Bırakalım şu hayatta biraz daha kalabilmek için her türlü utanca razı çark farelerinin dilendiği ömrü bahşederek (...) taklidi yapsınlar. İşte buraya yazıyorum; bana hastanede ölüm yok ve biz ki daha ölmedik.

Hem; 'gece geçen gemiler'i arka fon yapıp, gündüz fotoğraf çektireceğiz daha..

21 Temmuz 2010 Çarşamba

@amuko netsret anuşob çih

umayumfoto: ay
Gece / Psikiyatri Kliniği / 75609' no'lu oda / iç
--------------------------------------------------------------

Gecenin bir yarısı hastabakıcı geldi yine. Elinde katlanmış bir kağıt parçası. Bu size geldi, acilmiş! (dedi) telaşla çıktı odadan.

Güzel bir elyazısı ile o kadar küçük yazılmış ki, yakın gözlüğümü taktım, merakla okumaya başladım.
....

“Özlemek hatta acı çekmeyi özlemek..Yaşamayı hissetmek mi, mazoşistçe, varoluştan tad almak acıyla da olsa. Umulan çoğu zaman acıyla , özlemle yandaş olan sarhoş edici kanatlanma duygusu mu; oysa ve esas, ayakların yerden kesilmesi mi yere çakılma pahasına? Bunu yaratabildiğimizi yapabildiğimizi keşfetmenin bağımlılığı mı döne döne denenen? Nedir bu ? Saçmalık mı? Huzursuzluğu aramak ama hemen ve öte yandan huzur için yalvarmak mı boşluğa..Yazın lütfen, yazmayı denemeye devam edin, yakaladığınız çizgi sıradışı ve cesaretli".
....

İmza yoktu notta, hastabakıcıyı çağırıp notu kimin ilettiğini sordum. Bu kez elinde tuttuğu ikinci notu verdi ve gitti.
....
" Gündelik telaşlar içinde; online check-in işlemleri havalanan umutlarin kanadı kırık olarak emeregency landing işlemleri bu sefer başkaldırmış bir şehrin gözalabildiğine güzel insanları sizin güzelliğinizden nasiplenmek için daha kaç kurbağa öpmem gerekecek.
Aklım hiç yerli yerince çalışmıyor, sözlük için yapılan çalışmalarda ön saflardayım ve sayfaları okumadan geçiştirip sonraki gelsin derken hiç sızlamıyor vicdanım.
Fiyaskoyu teğet geçtim kimsenin google ın bile “earth” üzerinde nerede olduğumu bilmediği bu gecede uyurken üzerimi örtün diyorum."
...

Öylece kalakaldım. İçki yasak olduğu için balkona çıkıp salkım, salkım üzüm yedim, gece geçen gemileri izledim.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

@k

foto: umayumay
Gece / Psikiyatri Kliniği / 473890 no'lu oda / iç
----------------------------------------------------------------
Yine aynı ziyaretçim geldi, hem de gecenin bir yarısı , 'kızılcık şerbeti' getirmiş. Hastabakıcı görmeden sakladım.
'Ceplerimi karıştırıyorum sen çıkıyorsun hep’ dedim. Cevap bile vermedi. Oysa eskiden konuşurdu, daha doğrusu fırsat bulduğunda konuşurdu. ‘Erik turşusu geldi aklıma’ dedim. ‘Saçmalama’ dedi. Yolda kalmış bir tren kompartımanında, sabaha karşı plastik bardaklarda iyice sulandırılmış rakı ve naylon bir poşet içersinde yeşil erik turşusu..‘Hiç denedin mi’ dedim. ‘Ayakkabılarımdan gözünü alamıyorsun bir saattir’ dedi
”parvum pes, barathrum grande”. Cevap veremedim. ‘Takvim yapraklarını gün bitmeden kopartmayalım’ dedim. Yine ‘saçmalama’ dedi. Siyah file çorap diyecektim; beni kışkırtma... dedi ve gitti.
.......
Sabah ter içinde uyandım. Yataktan kalktım. En son yaptırdığım tahlillerde sevgisizlik oranım normal değerlerin altında çıkmıştı. Doktor size k aşısı yapalım dedi. Aşı-k yapın dedim. Yaptılar ama, sanırım miyadı dolmuş ya da buzdolabına konması unutulmuştu. Yaptıkları yerde morluk oluştu.
Anlaşılan bir süre daha burdayım.

15 Temmuz 2010 Perşembe

@+18

foto: umayumay
Gece / Psikiyatri Kliniği / 769045 no'lu oda / iç
-----------------------------------------------
Ziyaretçiniz size bir not gönderdi dedi hastabakıcı.Telaşla açtım.
..........
".. ne yasak, ne değil?. Ne helal, ne haram?. Neyin, nereye, ne kadar gireceğinin ölçütü kıstası endazesi var mı?. Kim, kiminle, nerde, ne yapacak, buna karar verecek mekanizma kim?. Benimkine ben karar veririm, karardan sonra dönmem - dönemem. Ben kendi içimde yolculuğa çıkıyorum. Biletim cam kenarı şoför arkası. Aslında kendim kullanmak isterdim ama yollar çok virajlı. Gel seni de içimde bir yolculuğa davet ediyorum, ben baştan sona ilerleyeyim. En sondan başa gel, ortada buluşalım. Evet, ortada. Tüm dünyanın birleştiği noktada. Herşeyin doğduğu ve öldüğü. Herşeyi alabilecek kadar büyük ama hiçbirşeyi almaması için binbir yasakla bezenmiş noktada."

Noktalı yerleri doldurmaya çalışırken ter içinde uyandım. İlaç saatimin geldiğini hatırlattı hastabakıcı. Pencereden baktığımda 'gece geçen gemiler' geçmekteydi yine sessizce. Başucumdaki fotoğrafta; küçük kızın çoktan büyümüş olduğunu gördüm.

13 Temmuz 2010 Salı

@İ.B.

foto: umayumay

Gece / Psikiyatri Kliniği / 548097 no'lu oda / iç
----------------------------------------------------------------
“Kadınlarla dostluk daha kolaydır. İçtenlik belirgindir (böyle düşünmek istiyorum), hiç bir şey talep edilmez (umuyorum), sadakat kırılgan değildir (sanıyorum). Önyargısız sezgiler, açık duygular vardır, sözkonusu edilen prestij değildir. Ortaya çıkan çatışmalar doğal kabul edilir., bulaşıcı değildir. Birlikte akla gelebilecek her türlü dansı, her figürü yaptık: İhtiras, şevkat, tutku, budalalık, ihanet, öfke, komedi, can sıkıntısı, sevgi, yalanlar, sevinç, doğumlar, yıldırım çarpmaları, ay ışığı, mobilya, ev aletleri, kıskançlık, büyük yataklar, dar yataklar, evlilik dışı ilişkiler, sınırları zorlama, iyiniyet. Daha bitmedi: Gözyaşları, erotizm, yalnızca erotizm, felaketler, zaferler, dertler, utanmazlıklar, kavga dövüşler, kaygı, gene kaygı, çaresizlik, yumurta, sperm, aylık kanmalar, ayrılıklar. Gene bitmedi – çığırından çıkmadan bitirmek en iyisi: İktidarsızlık, iğrençlik, dehşet, ölümün yakınlığı, ölüm, kara geceler, uykusuz geceler, beyaz geceler, müzik, sabah kahvaltıları, göğüsler, dudaklar, resimler, kameraya doğru dönüp ellerime bak, ten, köpek, ritüeller, ördek kızartması, balina bifteği, bozulmuş istiridyeler, kandırmalar, sinirlenmeler, ırza geçmeler, şık giysiler, mücevherler, temaslar, öpücükler, omuzlar, kalçalar, garip ışıklar, sokaklar, kentler, rakipler, baştan çıkaranlar, tarakta saçlar, uzun mektuplar, tüm o kahkahalar, yaşlılık, ağrılar, gözlükler, eller, eller, eller. Aryanın sonu geliyor: Gölgeler, yumuşaklık, sana yardım edeyim, kumsal, deniz.
Artık sessizlik. Babamın camı çatlak altın saati masanın üzerinde tıkırdayıp duruyor. Onikiye yedi var.”

Elimde kitap ter içinde uyandım. Başucumda hasta bakıcı vardı. Size bu kitapları okumayın demedik mi (dedi ). Oysa zararsız bir kitaptı hastane koşulları içinde, yazarı İngmar Bergman' dı.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

3 7 2 1

foto: umayumay
"Savaş öncesinde, gezgin satıcılar ülkenin dört bir yanında dolaşıp bir şeyler satmaya çalışırlarken, özellikle yanık ve kesikleri iyileştirdiği sanılan iksiri elde etmek için geleneksel bir yöntem kullanırlardı. Dört tane ön, altı tane de arka ayağı olan bir kurbağa, dört tarafı ayna ile kaplı bir kutuya konurdu. Değişik açılardan görüntüsünü izleyen kurbağa hayretler içinde kalarak yağlı bir sıvı salgılardı. Bu sıvı toplanır, 3721 gün sonra bir söğüt dalı ile karıştırılarak yavaş yavaş kaynatılırdı. Sonuç, işte bu harika iksirdi.
Kendimle ilgili bir şeyler yazmak düşüncesi aynalı kutudaki kurbağayı anımsattı bana. Görüntüme uzun yıllar boyu değişik açılardan bakıp beğendiklerimi ve beğenmediklerimi ayırmalıydım. On ayaklı bir kurbağa olmayabilirim ancak, aynada gördüklerim sanırım kurbağa gibi yağlı sıvıya benzer bir şeyler salgılatacak bana."
Akira Kurosawa

10 Temmuz 2010 Cumartesi

@5


fotoğraf: umayumay

Gece / Psikaytri Kliniği / 6780986 no'lu oda / iç
-----------------------------------------------------------------
Şöyle oldu:
Bir zamanlar taş gibi iradem vardı. Yıllar ve yıllar boyunca, defalarca denedim, kıramadım. Telefon kablolarInı kopardım, eşyaları yerle bir ettim, olmadı. Böyle sevemedim ben, sevdiğimi söyleyemedim ,çatlayacağım dedim, çatlasam da ne varsa dökülse hepsi. Taş oldum, boynum tutuldu sırtım tutuldu, çenem, kasıklarım (en çok ) sorma işte kımıldayamaz haldeydim ben. Bilsen ne kadar çok çektim. Ben taşlaştıkça, etrafımdaki gürültü arttı. Zaman fokurdayan tencere zamanı, gürültü ve kalabalıkla çevrili olmak büyük başarıydı. Annemin kehaneti (yalnız kalacaksın!) gerçekleşmedi. Sessizlikle boşalmak mümkün - sessizlik ancak yalnızlıkla. Peki yalnızlık ne zaman?
Elim tanıdık bir dehşetle telefona gidiyor. Karşı taraf kalıcı servis dışı olduğunu söylüyor. Ben inanmıyorum. Pencereden baktığımda yine ' gece geçen gemiler' i görüyorum. Sessiz...“ sessizlikte insann zihinsel halleri büyüyüp korkunçlaşır, ama ardından gelen o dipteki, ürkütücü zamanlara değer"..

Biliyor muydun:
Burada hiç ayna yok. Burada hiç lamba yok. Burada hiç perde yok. Burada hiç anne yok.
İyi geceler ( dedim).

Tam hastabakıcıyı çağıracaktım ki; başucumda olduğunu farkettim.Okaliptus banyosu saatiniz geldi ( dedi ) .
Ama, daha 5 çayımı içmedim ki ?( dedim).

@bizet

foto: umayumay


Gece / Psikaytri Kliniği / 7649803 no'lu oda / iç
------------------------------------------------

Şöyle oldu:

Kendimi ç i z m e ye başladığım kağıdın gerisinde bir yerlerde beliren karanlığı yakalamak istediğimde kalemimle; ortada, yaşlı - görmüş geçirmiş yaşlı bir çınarın kalın, ağlayan gövdesi belirmeye başladı. Pencereden baktığımda 'gece geçen gemiler'i gördüm yine. Kırılgan, sessiz ve karanlık.Hemen arkasında başımın; gözlerim dalgın, omuzlarım düşmüş biraz, bedenim şaşkın, göğüs hizamda sıralanmış bir takım numaralar, hiç görmediğim fotoğrafı sabıka kaydımın, bir çığlık duydum da - başladım ç i z m e ye - kendimi.

Ter içinde uyandım. Ç i z m e ler ayağımdaydı. Hastabakıcıya kağıt ve kalem getirmesini söyledim.

9 Temmuz 2010 Cuma

@s

foto: umayumay


61- Suzan'ın evi / iç / akşamüstü

---------------------------------

Suzan çay getirirken Ozan ve İdil camdan bakarlar.

Ozan
- Bak! Rus gemisi geçiyor. Ne kadar büyük.

İdil
- Kocaman bir balinaya benziyor.

Ozan
- Kapkara bir balina. Ama bu balinadan büyük di mi?

İdil
( yüzü yavaşça değişir )
- Büyük..gemiler balinalardan büyük olur.

( ellerini yüzüne kapatır )
Ozan
- Ama su fışkırtmazlar.
...

Suzan
- Çay hazır. Gelin.

Sis / Zülfü Livaneli / 1989

@h

foto: umayuamay

Gece / Psikiyatri Kliniği / 7895643 no'lu oda / iç
------------------------------------------------------------------
Şöyle oldu :
Tersine döndü her şey. Sütlü Nuriye tatlısı gibi erkenden biten tepsilerden biri sanki. Uzun ve yorucu yolculuktan sonra tam güneşi ve denizi düşlerken aniden bastıran yağmur. Antep fıstığının bir türlü açılmaz kabuğu. Patlamış mısır tenceresinde patlamayan mısır taneleri. Kat otoparklarında dönüp dönüp bir türlü bulunamayan boş alan. Kitapların sırtlarındaki bir aşağıdan yukarı, bir yukarıdan aşağı değişen isimler. Rahatsız etmeyin işaretine rağmen sabahın köründe temizlik için kapı tıklatan kat görevlisi. Çalmayan çalar saat. Tersine döndü, tersine..( dedim).…
.......
Günümüzde zenginliğin sözünü etmek saçma bir şey. Zengin adam kalmadı artık. Zengin olmayı kafasına koymuş birisine rastlarsam, hemen şu öğüdü vermek isterim ona: Parayla ilgilenme. Kendini işine ver. Bir sanatçı eserini yaratırken o eserin kaç para getireceğini nasıl düşünmezse, sen de öyle yap, yalnız işini düşün diyeceğim. Ben fabrikalarımı (!) birer sanat eseri olarak görürüm. Getirdikleri para hiç önemli değildir. Önemli olan şey yaratabilmektir. Kalıcı bir şey..Hayat ancak yarattığın şeylerle var olur ( dedim ).

- Yaz (dedim) küçük kıza - yaz, yazmalısın. Hiç kimse okumasa da benim için yazmalısın.

- Doğru söylüyorsun-uz ama herkes de kalıcı bir şey yaratamaz ki ( dedi ).…düğmeye bastım, hastabakıcıyı çağırdım.