30 Haziran 2009 Salı

A D A

Bizimki hangi ada ?.

Hani şu dört bir yanı tehlikelerle dolu amansız dalgaların yaladığı, Alexandre Dumas' nın bile tüylerini diken diken eden aşılmaz taş ada mı ?

Yoksa bizimki; Haliarnas Balıkçısı' na konu olan Deli Davut' un gülen adası mı ?. Yüreği olmayana geçit vermeyen.

Bilemiyorum, belki de bizim adamız; Jean-Jaque Rousseau' nun adası Saint-Pierre. Kafamızda uçuşan binlerce kavramı dinginlilke bir araya getireceğimiz.

Ne bileyim belki de bizim adamız; 'Kumral Ada, Mavi Tuna' dır. 'Sen, hiç kimsenin olamayacağı kadar şeyimsin benim' diye başlayarak söylediğimiz ve birilerini öldürmeden önce son kez uzaktan baktığımız...

27 Haziran 2009 Cumartesi

Başlıksız


Gelsene dedi bana

kalsana dedi bana

gülsene dedi bana

ölsene dedi bana


Geldim

kaldım

güldüm

öldüm


N.H.R.


21 Haziran 2009 Pazar

Başlıksız

Marifet hiç ezilmemek bu dünyada
Ama biçimine getirip ezerlerse de
Güzel kokmak
Kekik misali
Lavanta çiçeği misali
Fesleğen misali
Itır misali
İsâ misali
Yunus misali
Tonguç misali
Nâzım misali

B.R.E' na.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Çekilmemiş Filmler-im-den Notlar / 11

Öğleden sonra/ Bir çalışma ofisinde büyük toplantı masası
___________________________________________________________
Bizimki ve birkaç kişi hararetli bir toplantının ortasındayken masadaki dahili telefon çalar.

- Efendim.
- Kim ? Nerden ? Peki bağla bakalım. Afedersiniz beyler..
- Efendim. Evet benim, evet…ne…ne zaman?..
Evet babamdı. Ne zaman defnettiniz?..Peki siz neyi oluyorsunuz?.


Aynı gün/ Akşamüzeri / Deniz kenarı
________________________________________________

Çakıl taşları sesleriyle arkadan yaklaşan garson çocuk. Elindeki tepside rakı dolu kadeh, yeşil erik tabağı. Rölantide çalışan Toros araba, kapısı açık.
Adama ürkerek:
- Bu üçüncü efendim…Siz gerçekten iyi misiniz? Arabanız hala çalışıyor ve kapısı da açık.
- Ha ?. Ne kadar oldu buraya geleli ?
- Yaklaşık birkaç saat.
- Yalnız mı geldim ?
- Elbette.
Garson şaşkın ayrılırken, adam kontağı kapatması için işaret eder.

Sabah / Çengelköy / Çınaraltı kahvesi
________________________________________________________

Adam, annesi, simit, çay, kaşar peyniri, gazeteler.

- Biliyor musun oğlum her yer, her şey değişmiş bu fırının simitleri hiç değişmemiş
- Nerden biliyorsun anne?
- Çok ilginç. Tam burada ya da yan sokaklardan birindeydi evimiz. Ve sen bu çakıltaşlarıyla dolu sahilde üç tekerlekli bisikletini sürmeye çalışırdın. Fotoğrafın bile vardı ama kimbilir ne oldu?
- …..!
- Yıllar sonra sen kalk gel Çengelköy’e taşın ve ben de seni görmeye geleyim ve sen sen de beni buraya getir.
- Nedir peki bu anne?
- Bilmem ki oğlum..bilsem?



Gündüz / Fatih Mezarlıklar Müdürlüğü
___________________________________________________

Soğuk, kasvetli odalardan biri.

Arşiv klasörlerinin ardından türbanlı bir memure:


- Hangi mezarlığa defnedilmişti merhum?
- …………..!


- Tam ölüm tarihini söyleyebilir misiniz?
- ……………!

( Sinirlenerek )
- Gerçekten babanızın mezarını mı arıyorsunuz?
- ……………….!

Odadaki diğer çalışanlar işlerini bırakıp adama yoğunlaşırlar. Bizimki hızla çıkar odadan, binadan. Yeni başlayan yağmur daha da şiddetlenir.
Arabada yanındakiyle hiç konuşmadan yoğun trafiğe karışır.


Şehrin bütün reklam panolarında ; ‘ Babalar Günü ‘ için ışıltılı reklam sloganları vardır.

Not: Sizin de kutlu olsun.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Başlıksız.

Herkes kendince bir yoruma varıyor: “ Devrimci dediğin sevda ateşine mi yanarmış !” diyor-lar. Demek ki bu da benim eksik yönüm. Bir türlü yenemediğim engelim. “ Soluk almadan yaşa !” denir mi hiç insana? Sevmek soluk almak gibi bir şey benim için…Aşık olmayan, bir bok olamaz. Sevdiğim, saydığım bütün büyük insanlar aşık oldular. Aşıktılar. Öyle halk aşığı değil, soyut anlamda veya genel olarak vs. vs. falan değil. Etiyle, kemiğiyle, ruhuyla gerçekten bir k a d ı n a aşıktılar. Üstadlarıma, hiç olmazsa bu hususta benzediğim için kendimle övünüyorum.

Böyle başıboş dolaşırken daha çok inandım sevdanın gücüne. Bu koşullarda güçlü kalmak kolay değil.


Koklamak yasak, yazdığım mektubun zarfını kapatmak yasak. Zarfı yırtılmamış mektup almak yasak. Sevmek, düşünmek, anlamak…yasak. Daha da nice yasaklar sıralanır sayarsak ! Yani özetle aşık olmak zor zenaat !

Olsun varsın !


"ben bir insan..."

14 Haziran 2009 Pazar

Utku Tüzer'e

Şu ikiz kulelerin arasındaki minik kule artık yok. Mutlak öbür tarafa sandalyesini de götürmüştür giderken. Uzun boylu fotomodellerini öpebilmek için yine yükseltiye ihtiyacı olacak çünkü...
Beni affet Utku abi, inan dün gece öğrendim öldüğünü............................

1991 /Filmevi / Ankara

11 Haziran 2009 Perşembe

Başlıksız

Heykel: Mehmet Aksoy
Aynayla karşıkarşıydı gecenin bir yarısı.
Yüzüne çarpan su kadar gerçekti ait olmadığı yaşam. Kendi bedeninden ayrılmak için
su çarptı yüreğine. Su ısındı, yürek soğudu yavaş, yavaş.
Rüyalarından bir parça daha karıştı şehrin şebekesine. Artık tamamen ıslaktı yüzü, gülüşü, bakışı.
..Ve kurulamak istemedi yüzündeki ıslak geceyi.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Başlıksız

Özlemlerden, haksızlıklardan damıtılmış acılar yordu adamakıllı yüreğimi. Bunca iç sürgün yetti gayri. “ Kocalmaya alışıyorum “ desem de yalan ! Hep kendini yenilemek istiyor insan, bazıları gibi. Yaklaşan karanlığı dağıtmak istiyor. Yazık ki kocalmaya başlayınca gücü yetmiyor buna. ‘ Daha dur bakalım ! ‘ diyenler de var, ama onlar da kocaldıklarının farkındalar, içleri başka söylüyor, dilleri başka…

Kocalmaya alışıyorum, dünyanın en zor zenaatına, kapıları çalmaya son kere, durup durmadan ayrılığa…

Saatler; akarsınız, akarsınız, akarsınız…
Anlamaya çalışıyorum, inanmayı yitirmenin pahasına. Bir söz söyleyecektim sana söyleyemedim, artık bir anlamı da yok ya gerçi. Kıskanıyorum çok öylelerini, kocaldıklarının farkında bile değiller, öylesine başlarından aşkın işleri.

Çok insan tanıdım, çok insan sevdim.Yüzüme gülüp arkamdan kuyumu kazanları, zor günlerimde beni görmezden gelenleri de bağışladım. Eee!..Dost görünen düşmanı tanımak zordur. Neyse..Bütün bunlar yüreğimi yaralayan anılar. Bir bir anlatmalıyım bunları, dosta – düşmana…

Biraz soluklanayım da !..
Yatağa uzanırken, sahne yavaş yavaş kararır.

7 Haziran 2009 Pazar

Başlıksız

YA… Sana bu şehri yasaklıyorum; sokaklarda dolaşmak yok bundan böyle. Vitrinlerde aksini görme, göz göze gelemediğin insanların ya da evlerin pencerelerinde arama mutluluğu, YOK ! Çünkü en son buluştuğumuzda kırılan sadece kalbim değildi; önce çatlayıp ardından ve fakat kış boyu bekleyip de bu kaldırımdan, belki bir ümit, belki tekrar geçmeni bekleyip, ama mutlaka, EVET, bilip geçeceğini ve işte sonunda, ohh, görkemli şu pencere, bu cam, boyası dökülmüş pervazlar, duvar, artık gereksiz olan çıplak sıva… Hepsi de kırıldılar, döküldüler gururla, ahh, aşağımdaki kaldırım şahit. Geçenler ayak tabanlarıyla çiğnediler, kanlarıyla karıp yaydılar, sürüklediler, ezdiler… Dağılan bu kir pas değil, bu balçık, bil ki yitik ruhum! Kaldırımları boyunca şehrin ve hatta caddelerden, sokaklardan karşıya geçip aktı, döküldü kanalizasyonlarına, bulaştı güzel sancım. Eyy sen, sana bu şehrin tüm canları… SAK !

6 Haziran 2009 Cumartesi

Sahici dünyalardaki içtenliğin ve rengin mekansal boyutundaki dışavurumu

Bu başlık bir yazının ( Meryem Salahi’ nin Resimleri üzerine ) başlığıdır. Bir romanın, bir filmin de başlığı olabililrdi kuşkusuz. Yalnız, belli bir ayrıma sahip olarak, belirli özgün bir çizgisel ve renksel yaratının üzerine yazılan bir yazının başlığıdır. Bir başka deyişle, resim denilen romanın bir kesitini dile getirmektedir. Resim ve roman. Bağdaşan ve karışan ya da bağdaşmayan ve uzaklaşan iki aynı, ya da ayrı şey. Her ikisi de, insanın varolma ve varolarak biçimlendirme serüveninden birisi. Bu yeni ve heyecanlı serüvene henüz yeni çıkmış o. Resimleri de içi gibi kıpır kıpır. Resimlerinde; sanatın üzerimize doğacak olan anlatım ve etkileme izlerini aktarmaya çabalamış. Sahici, savunduğu pek çok argümanı bir bir ve yüksek sesle tekrarlayarak. Farklı coğrafyanın farklı ( aslında farklıymış gibi gelen ) kültürlerini bir arada yoğurarak ve hep bir an önce tümünü paylaşmak istemenin telaşıyla…

Aradaki dağları ( ki dağ onun hep içinde yer almış) yaygın renk lekelerine çevirerek, küçük odaklanmış renk beneklerini ve onların da figürlere dönüşümünü aktarmış. Bu algılama ile birlikte, tek boyutta, resimlerin genel boyutunda iki ayrı, ama birleşen, birleşirken de iki ayrı görsel ve biçimsel işlevi yüklenen boyamada dışavurumcu teknik sunmuş. Bu teknikte, salt ve yalın bir anlatım, resimsel dile getiriş biçemi doğurmuş. Bu salt ve yalın oluş ise, somutsal görüntülerde, soyut bir belirlemeye uzatmış. Dolayısıyla; hem dışavurumcu, hem soyut, hem de duygusal naiflik ( kendi dağından hem uzak – hem yakın olmak ) bileşkesinde renklere, onların getirmiş oldukları, mekansal olmayan mekansal boyuttaki figürlere dökülmüşler. Bu çözümleme, o ( bu ) ülkenin yerel kültürünün verileriyle donatılınca, sanki bir tür gerçek-üstü bir resmedişle, basiti gerçeğin ötesine ulaştırmayı amaçlamış olmakta.

Renk’siz - Dağ’sız kalma Meryem.

S.T. / 3. Haziran.2009

Cihangir Sanat

4 Haziran 2009 Perşembe

Bu gökkuşağı bile betondan, kent - ki çoğu zaman tenha - ve yüreğimdeki çiçekleri umursamazsızın beni çiğneyen arabalar, yollar ve bu kalabalık. Öylesine yaşamak mesaisinde hep ve her görüşümde yollarda mutlu yüreğimi ürküten, içimdeki mavi gözlü çocuğun en güzel oyuncağını: düşlerimi inciten, ağızlar dolusu ve en büyük harflerle kural diye bağıran o malum uyarı:
' köprüden önce son çıkış '.
Görülesi değil midir ötesi köprünün..Ya bir kalp atımı kadar yaklaşacaksam aradığım her ne 'ise’ ye..
Ya düşlerimin en cesur kuşu konmak üzereyse düş bahçemin ekinine. Yarını bilmemekteki o gizemli cazibe değilse, tüm acıları ve acımasızlığına rağmen ‘ yaşamak güzel ’ dedirten. Söylesene nedir?Ya köprünün sonundaki geceyse çaresi fırtınalar vadisinde yalnız bir kır çiçeği küskünlüğümün. ‘Köprüden önce son çıkış ’yaşamakla örselenmiş tüm yüreklerin saklı ve sinsi kaygıları…kabusları, yani sevmek korkaklığı. Düşlerime senaryo yazmaktan ürken, hayata ve onu yaşamaya erkenden kırık not vermiş, aşkın mutluluğun - delinin kuyuya attığı taşların - tek ve doğru bir açıklaması olduğuna inanmış yüreklerin kuralları…yasakları…‘ d o ğ r u ‘ l a r ı . . .

Doğru nedir anlatsana! Nasıl yaşar, neyle beslenir ? Bencil mi, yoksa sevecen midir ? Gözleri var mıdır mesela ve varsa bile seninkiler kadar güzel midir ?

Artık çok geç; k ö p r ü d e y i m. Arıyorsam yanıtları, soruyorsam ve sorguluyorsam ve bir anlam olmalı diyorsam her çarpışında yüreğimin…

Yaşamak zor bir oyun. Sen, şarkılar söylemeye devam ettiğim, benimlesin biliyorum.

Düş tarlamın, kuralsız, yasaksız, doğrusuz bahçemin ekini n e r d e s i n ?

2 Haziran 2009 Salı