25 Mart 2009 Çarşamba

Çekilmemiş Filmler-im-den / 4


Güzel bir yaz öğleden sonrası. Nevizade sokağı. Gölgelikler altındaki birkaç masada öğle rakısının tadını çıkaranlar. Özellikle bir masa var ki; kalabalık, yaşlar kemale ermiş, çoğunun saçlar pamuk, o da kalmamış ya…Sıkı rakıcılar, ama artık meyveye ve buzlu bademe geçilmiş, sıcağında etkisiyle muhabbete ara verilmiş. Yan masada genç adam, yakın arkadaşıyla son kadehleri yuvarlamakta. Yaşça küçük olanı, kaldığı yerden devamla: “

- abi, gerçekten hiç mi merak etmedin ya ?
- ettim tabii, ettim etmesine ama..
- peki, hiç mi aramadın bugüne kadar?
- Aramadım.
- O peki, o seni aradı mı?
- Bilmem, belki küçükken aramıştır, ama hatırlamıyorum.
- Özlem, özlem duymadın mı?
- İnsan tanımadığı, algılamadığı şeyleri özler mi bilmiyorum.
- Peki ya o, o da mı özlemedi hiç.
- Her şehrin olduğu gibi, her insanın da bir çıkmaz sokağı vardır.
- Anlamadım?
- “Kendinin birazını bırakıp, başka birinin birazını bulmayacaksan yola çıkma” demiş şair.
- Yani?
- Ne bileyim oğlum, ona sormak lazım, neyse hadi bir nefes alalım. Dostluğa..
- Dostluğa abi, dostluğa.
Garson dilimlenmiş karpuz tabağını yerleştirir tabağa.
- abi yaa..
- evet
- şu arkadaki rakılayan babalardan biri, özellikle de şu baş tarafta oturan pos bıyık, beyaz saçlı var ya.Ya senin babansa ?…
- saçmalama oğlum. Sıcak mı çarptı, yoksa rakı mı?
- Neden olmasın ki abi, hem görsen de tanımazsın ki?
- …
- Abi inan bana, neden olmasın. Dünya küçük derler, hem tipinden de, davranışlarından da sana benzettim valla. Bir arkanı dönüp baksan, hak vereceksin bana.
- Git işine kardeşim, o senin dediğin şeyler filmlerde olur. Yorma bizi şimdi, zaten…bak muhabbeti nerelere getirdin.
- Abi ne kaybedersin ki.. Bak şu işe ya, 30 yıldır görmediğin, bilmediğin ve tanımadığın baban şu an tam arkandaki adam olabilir ve senin umurunda bile değil. Hayret. Benim kafam hiç almadı doğrusu.
- Bak kardeşim, şurada güzel güzel otururken nerden çıktı bu senaryolar böyle. Olacak iş mi hiç?
- Abi içime doğdu sanki. Sen yapmazsan,tanışmazsan, ben yan masaya geçip adını ve soyadını söyleyerek tepkilerini alacağım. Yap şunu be abi, hadi. Sonra pişman olursun, hayat geçip gidiyor. Sonunda baban senin abi baban. Ne demek biliyor musun ?
- Hayır bilmiyorum. Gerçekten de bilmiyorum. İşte bütün mesele de bu ya?
- Hadi be abi, büyüklük sende kalsın.
- Peki kardeşim, kurtuluşum yok. Sen de rahatla, ben de. Ayrıca ne kaybederim ki, kaybedilen kaybedilmiş zaten.
Adam, son yudumu kalmış rakı kadehiyle kalkar. Komşu masaya yönelir, oturan yaşlılar masalarına yaklaşan genç adama merakla bakarlar.
Adam masanın başında başıyla selamlayarak, yükses sesle:
- Hepinize afiyet olsun efendim.
Der.
- Adım, Ömer Turaban
Masadakiler, devamını beklerler bu kendini tanıtmanın. Genç adam yutkunarak devam etmeye çabalar.

- Adım, Ömer Turaban ( ! )

Adamlar birbirlerine bakarlar.
Hiçbirinden tepki alamadığını görünce, sesini alçaltarak kadehini masaya kaldırır.

- Afiyet olsun demek istemiştim yalnızca efendim. Sağlınıza, hepinizin sağlığına….

Kamera yükselirken, sokağın masalarında hareketlilik başlar.

S.T. 1993

24 Mart 2009 Salı

Çekil-miş Filmler-im-den / Küçük Bir Lunapark Öyküsü - BÜYÜK SİNBAD


Lunaparklar genellikle geceleri güzeldir. Güzelliklerini renkli ışıkları ile kanıtlamalarını gecelerine borçludurlar belki de.

Peki ya gündüzleri?

Gündüzleri büyük bir sessizliğe bürünürler. Hele hafta sonu ya da tatil günlerinden biri değilse bu sessizlik daha da artar. Yoğun bir hüzün yaşarlar sanki.

İşte böyle günlerden birinde, güneş tam tepedeyken girdim lunaparka. Vakit öğleye yaklaşıyordu. Çalışanlar ekmek teknelerini yeni açıyor, akşama temizliyor, akşamki gösterirline hazırlıyorlardı.

Küçüklüğümden beri beni müthiş bir şekilde kendine çeken iki şey vardır lunaparklarda. Bunlardan biri, mütevazı çadırında illizyon gösterileri yapan sihirbazlar, diğeri de büyük bir tahta silindir fıçının içinde hayatı pahasına da olsa gösteriler yapan motorsiklet üstüvanesi.

Önce, üzerinde çeşitli desenlerle içerideki gösterileri özetleyen tanıtım panosunun yer aldığı çadır-baraka karışımı yerde Sihirbaz Büyük Sinbad’a uğramak istiyorum.

Sinbad, kapı girişinin hemen yanındaki sandalyede sigarasını içiyor. Tanışıyoruz, çay söylüyor ve sahnenin arkasındaki küçük odasına alıyor.

Asıl adı Hikmet Pulat, 59 yaşında.

Gerçek bir İstanbul Türkçesi ile anlatmaya başlıyor.

“ Gemlik’te dünyaya geldim. 1928 yılında ailemle birlikte İstanbul’ a yerleştik. Eğitimimi ortaokulda babamın ölümü üzerine bıraktım, çünkü çalışmak zorundaydım. Aynı mahalledeki arkadaşım Arif Sami Toker sayesinde büyük operet üstadı Muhlis Sabahattin Bey ile tanıştım ve operetlerle dolaşmaya başladım. İstanbul’daki provalardan sonra ilk kez İzmir’de çalışmaya başladım operetçi olarak. Daha sonra ayrılarak Kenan Güler’in tiyatrosu’na geçtim, yıllarca Ses Tiyatrosu’na emek verdim. Avni Dilligil ve Tevhid Bilge ile birlikte oldum. Ve şimdi yanan Şan Tiyatrosu’nu açtık. Vahi Öz ile çalıştık. Bir süre Saadettin Erbil’in yardımıyla dublajlar yaptık. Bütün bunlar olurken illizyona karşı büyük bir ilgi duymaya başladım. İstanbul’da illizyon dersleri veren bir dostumla karşılaştım ve beni bu mesleğe çekmeye çalışarak bana teklifte bulundu.

O zamanlar Abrakadabra çok ünlüydü. Ve ben ilk kez Adapazarı’nda gösteriye çıktım. Bana bir isim gerekiyordu. Düşündük, taşındık ve o yıllardaki filmlerinden de etkilendiğimiz için olsa gerek Sinbad adına karar verdik. Artık Sihirbaz Sinbad idim, hem de “ Büyük Sinbad “.

İkna yeteneğimin güçlü olduğunu hissederek telepatiye ağırlık verdim ve bunda da başarılı olduğumu kanıtlamaya çalıştım. Sirkeci’de içkili bir gazinoda insanları telepatiyle uyutmaya çalışırken, Müzeyyen Senar’ın assolist olarak çalıştığı Kazablanka Gazinosu’na önerdiler beni. 50 lira yevmiye alan ben artık 100 lira yevmiye teklif edilen biri olmuştum. Her şey o kadar olup bitiyordu ki, korkuya kapıldım. Özellikle gazinonun ihtişamından ve kadodaki yıldızlardan ürktüm. Benimle üç yıllık sözleşme yaptılar ve yevmiyem 200 liraya çıktı. O sene, yani 1958’de büyük sükse yapan gazinoda İsmail Dümbüllü ve Nesrin Sipahi’de sonra finalde sahneye çıkmaya başladım. Kısa sürede illizyonu sevmiştim ve ilk kez dansla da süsleyerek Türkiye’de yenilik getirdim bu sanata.

Bu yıllarda maalesef alkolle tanıştım, hem de ne tanışma. Adam gibi içmiyordum, tadı, oranı, mekanı fark etmiyordu benim için. Sadece içiyordum ne olduğuna bakmadan..”

Konuşmanın burasında bir sessizlik oldu. Sinbad duraksadı, yeni bir sigara daha yaktı. Bakışlar durgunlaştı, sesi biraz daha kalınlaştı ve ağır ağır anlatmaya devam etti o Sinbad’ı.

“ Evet, yıl 1969’du yanılmıyorsam, Ankara Şato Yazar’da programlara çıkmaya başladım. Alkolle olan ilişkim her gece daha da artıyordu. 1970 yılında eşimle tanıştım. Üç çocuğumuz oldu. Biraz toparlanmaya başlamıştım sanki.

Bundan birkaç yıl önce de eşimle sorunlar başladı ve sonunda ayrıldık. Yıllar sonra o koskoca Sinbad panayırlara düştü işte…Sağlığım bozuk, ayaklarım yarı felçli durumda. Güçlükle ayakta durabiliyorum. Eşimden ayrıldıktan sonra her şeyimi çocuklarıma adadım. Onlara sanatımı öğretmeye çalışıyorum.

Bir dev işte böyle yıkıldı, ama ben içten içe daha çok yıkıldım herhalde. En kötüsü de bu. 25 yıldır sahnelerdeyim. Yorgunum, hem de çok yorgunum ama sahneye her çıktığımda her şeyi unutuyorum.”

Mutluluğu soruyorum Sinbad’ a araya girerek.

“ Mutluluk “ diyor, “ Huzurdur. İnsanların karşılıklı alış verişidir. Mutluluk; insanların sahneden izlenen yüzleridir. O meraklı ve şaşkın yüzlere bakmak beni mutlu eder.”

Mesleğini ve dileklerini öğrenmek istiyorum. Sigarasından derin bir nefes alıyor, insanı etkileyen konuşma biçimi ve güzel Türkçesi ile tane tane anlatıyor:
“ Bu mesleğin en güzel ama en zor yanı şu; işi başarıyla yapamazsak birinci gün kendimiz, ikinci gün santkar, üçüncü gün seyirci anlar. İşte o günden sonra da her şey biter. Yoksunuzdur artık..
En büyük dileğim de pek çokları gibi sahnede ölmek, sevdiklerimin yanında.”

Ve bir hikaye anlatıyor bana sanata saygının örneği olarak:

“ Bir usta varmış. Çok iyi sanatkarmış ve cam cam yaparmış fırınlarda. Şişe, bardak, sürahi falan. Yanında bir kalfa çalışırmış. Kalfa; “ Yahu, ben bu adamın yanında bedavaya çalışıyorum” demiş. Ustaya giderek artık çalışmak istemediğini söylemiş. “ Ben bu işi artık iyice öğrendim, ben de kendi işimi kuracağım demiş. Kalfa kendine hemen bir atölye açmış. Çalışıyor, üretiyor ama ustasının o güzellikleri yok ortada. Tekrar ustasına dönmüş, biraz daha yanında çalışmak istediğini söylemiş. “ Büyük her zaman haklıdır, affet.” Deyip gönlünü almış ustasının. Ustası “ Peki “ demiş. “ Ama bir yıl bedava çalışırsan öğretirim inceliklerini bu işin. “

Usta camları üretirken bir odaya tek başına girer, orada ne yaptığını kimseye göstermezmiş. An gelmiş “ Gel bakalım.” Demiş usta. Kalfayı odaya sokmuş. Usta camları alıp “ püff “ deyip bırakıyormuş. Bu böyle devam ederken kalfa şaşırmış, dayanamamış. “ Ama usta “ demiş. “ Ben şimdi bir püf için bir yıl bedava mı çalışacağım.?”

Usta, “ İşin PÜF noktasını şimdi öğrendin evlat.” Demiş.

İşte “ kıssadan hisse. “

Sessize ayrılıyorum Büyük Sinbad’dan. Sahnesinden, çadırından, anılarından…Lunapark akşama hazırlıyor kendini, akan makyajlar tazeleniyor yavaş yavaş. Hüzünle, sevinçle, teleşla.

Kapıdan çıkarken bir şey fısıldıyor bana lunapark’lılar:
“ Aman ha Semih, öykülerimizden film de çeksen günlerden bir gün, unutma; kol kırılır, yen içinde kalır.”

S.T. 1988

23 Mart 2009 Pazartesi

Çekilmemiş Filmler-im-den / 3

Sabah. Yolun kenarında eski model bir otomobil içi. Sürekli çiseleyen yağmur. Arka koltukta, iki koltuk arasından bakan on yaşlarında bir erkek çocuk ( amors ). Araba rölantide çalışıyor. Camda yağmur damlaları birikip, süzülüyor. Direksiyondaki adam, yakın gözlüğünü takmış, büyük bir dikkatle atyarışı bültenini işaretliyor kalemiyle. Camdaki yağmur damlalarını izleyen çocuk, birden öne doğru hamle yapar. Parmağıyla camda süzülen yağmur damlalarını işaret ederek seslenir:
- tut birisini baba!
Adam, umursamaz bir tavırla damlalardan birini işaretler. İşaret ettiği damlalardan biri, çocuğun seçtiğinden daha hızla düşer ve diğerleriyle birleşir. Çocuk beklemez. Sileceğe uzanarak boydan boya siler camı. Kamera netleşir ve kaldırımda koşturan insanlara odaklanarak karışır...
S.T. 2004



Paralarımızı evlendirelim mi?


Dedektiflerin piri Sherlock Holmes’un yaratıcısı ünlü İngiliz yazarı Sir Arthur Conan Doyle tiyatro oyunları da yazmış ve bir dönem çok tutulan bu oyunlardan çok para kazanmış. O dönemde üstadın oyunlarında 10 pound haftalıkla çalışan genç bir oyuncu varmış. Bir gün bu oyuncu kendisinden otuz yaş büyük olan bu yazara çok komünist bir teklifte bulunmuş:-Sir, şu andan itibaren, hayatımızın sonuna kadar kazanacağımız paraları birleştirip, sonra ikiye bölüp harcayalım mı?-Nasıl yani ?Demiş yazar şaşkınlıkla.-Şöyle yani, bakın ben bu hafta 10 pound kazandım. Sizin sanırım, bu haftaki telif ücretleriniz 1000 pound’ u bulmuştur. İkisini birleştirince 1010 pound eder, bu parayı 505’ er pound olarak bölüşelim, diyorum..Bu durumda sizin bana 495 pound vermeniz gerekecek.Yazar gülmüş:-Teklifin bir evlilik teklifi gibi…-Paralarımızı evlendirelim diyorum, Sir !-Aritmetiğin çok güçlü çocuğum, fakat bu işten benim kazancım ne olacak?-Şimdi siz zararda gibi görünüyorsunuz ama, ben ilerde çok ünlü bir oyuncu olup, çok paralar kazandığımda, bu paraların yarısını size vermek zorunda kalacağım.Sir Doyle, bu çok garip teklifi elbette reddetmiş ve sonra çok pişman olmuştu, çünkü teklifi yapan geç oyuncunun adı Charlie Chaplin’ di…

20 Mart 2009 Cuma

Çekilmemiş Filmler-im-den / 2



Cihangir. Akşam. Eski ve virane bir apartmanın bodrum katı.Çivit renginde boyalı bir koridor. Çok gürültüyle çalışan otomat. Kanarya sesli bir zil. Kapıyı lacivert çubuklu pijamaları ve terlikleriyle Zülal açıyor. Ağzında bitmekte olan sigara. Sararmış ve avurtları çökmüş ve kalın çerçeveli gözlükleriyel hastalıklı bir yüz. Saçlar uzun, kirli sakallı. Bizimkilerin ellerinde şarküteriden aldıkları meze ve yiyecek poşetleri.Kapı önünde uzun gölgeler.Zülal'in ayaklarının dibinde, onun gibi bakımsız bir kedi.Gelenlerden ( Savaş) ın arkasındaki şöhreti farketmiyor önce...

Farkedince; şaşkın, mahcup, sevinçli, telaşlı ve hatta gururlu. Unutulan bir yazarın yıllar sonra hatırlanması kalın camlı gözlüklerinin arkasında farkediliyor. Sarılmalar, öpüşmeler falan..Bizimki ne yapacağını bilemiyor, alışkın da değil.Savaş olaya el koyuyor. Getirdikleri hazır yiyecekleri de masaya yerleştiriyor. Bizimki, sadece rakı bardakları ve kültablasını servis etmeye antrenmanlı bir de suyu. Hal hatır faslına geçiliyor, özellikle müzmin hastalığı..

Hadi diyor şöhretli kişi bizim yazar Zülal'e doğru özellikle yiyecekleri de göstererek; - hocam şerefine ve özellikle de sağlığına. Yiyelim, özellikle sen çok ye.

Bizimki kadehini kadırıyor, dudağında bitmekte olan sigarası, zengin sofrayı işaret edercesine;

- şerefe hocam, şerefinize. Eee böyle iç, hergün iç ( ! )

Kahkahalar patlarken, kamera kütüphanedeki binlerce kitaba doğru yöneliyor...
S.T. Aralık, 2008

Sen ne dersin Nazım Usta ?...



Yeni yıla girmeye dakikalar kaldı…
“ ben bir insan.. “ için “ Kuvayi Milliye “ destanından” Bir aletle Bir İnsanın Hikayesi “ bölümünün filmini kurguluyoruz masada.
Destandaki Süleymaniye’ li Şoför Ahmet zor durumda.
Bizde de, yorgunluk, gerginlik ve heyecan dorukta.
Aylardır harcanan emekler, yavaş – yavaş görüntüleniyor ekranda.
….
Geriye sayım başladı:
Beş,
Dört,
Üç,
İki,
Bir..
İşte 2002.
Hoş geldin “Nazım Hikmet Yılı” !

Saatler tam 24.00’ü gösterdiğinde, kurguladığımız sahnede, Şoför Ahmet soruyor:
“ Sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne ?”

Hani bir inanış vardır; yeni yıla girdiğin gibi yaşarmışsın bütün bir yılı, diye!
Acaba, bir yıl hep kurguyla mı geçecek?
Ve, hep “sol arka lastik hava mı kaçıracak?”

Sen ne dersin Nazım Usta?!...

Semih Taytak
31.12.2001 – 01.01.2002

Çekilmemiş Filmler-im-den Notlar / 1



Yağışlı bir akşam üzeri. Üsküdar iskelesi önü. Yoğun bir insan trafiği; vapurlara, motorlara, otobüslere ulaşmaya çalışıyor. Gazete, sandviç büfelerinin arasında orta yaşlarında, avurtları çökmüş, kara kuru bir simitçi. Önündeki simit sepetinin üzerini yağmurdan korumak için naylonla kaplamış, simitler görünmüyor nerdeyse. Birkaç metre karşısında bir başkası, o da (yüz hatları ve şivesiyle kardeşi kadar bir benzeri) çin malı naylon şemsiyeleri satmaya çalışıyor.

- Hadi yağmuraa, yağmuraaa!

Simitçi sırılsıklam olmuş, sesi nerdeyse hiç çıkmıyor. Her ikisinin arasından insanlar telaşla geçip gitmekteler. Zaman, zaman ikisi de göz göze geliyorlar. Simitçi umursamaz bir tavır ve kendine has şivesiyle şemsiyeciye doğru alçak bir sesle ve omuzlarını kaldırarak;

- yağmıyor ki, yağmıyor ki..diye sesleniyor ve ses tonunu değiştirerek sıklıkla tekrarlıyor.

- .....

- yağmur yağmıyor, yağmıyor ki..

Şemsiyeci hem satış telaşında, hem de sinir olmuş bir ifadeyle takip ediyor onu ( demek ki bu böyle bir süredir devam ediyormuş).

Artık dayanamıyor simitçi. O da gökyüzünü gösterip tepki veriyor.


- yağıyor ya !!

Diğeri sinir bozucu bir tonda tekrarlıyor.

- yağmıyor, yağmıyor ki...

Simitçi yağmurdan sırılsıklam, şemsiyecinin elinde 3 tane açılmış var, keyfi yerinde gibi ama sinirlerini bozan adam karşısında devam ediyor;

- yağmıyor ki, yağmur yağmıyor ki...


Şemsiyeci dayanamayıp küfür etmeye başlıyor ama ne fayda...

Uzaklaşırken, her ikisi de sattıklarını unutmuşlar, bir it dalaşındalar sanki. Diğer sesler ve resimler karıyor kadraja, hava daha kararıyor...

Kamera yükselirken yağmur daha da artarak yağıyor...

....

22. Aralık. 2008






18 Mart 2009 Çarşamba

Az olan çoktur.


Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra sektörleşmeye başlayan sinemada, belli biçemlerin dayatılmasına bir tepki olarak çeşitli akımlar ortaya çıkmıştır. Minimalizm de belli bir kronolojik süreç geçirip kendisinden önceki kimi akımlarla etkileşime girerek olgunlaşmış bir sanat anlayışıdır. Doğmasında öncülük eden sanat akımlarının ortak özelliği, gerçekçilik, nesnellik, işlevsellik, sadecilik gibi oluşumlardan beslenmeleridir. Ortaya çıkışı ve duruşu ile avant-garde/öncü bir sanat akımı olarak kabul edilen Minimalizm, "şeyler"in özünü araştırır, saf ve deneysel olandan yana tavır koyar. Nesnelliği ve öze yönelik bir formalizmi önceleyen bu akım, bilhassa biçimselliği ve estetizmi gözetmektedir. Bu anlamda aşırı kuralcı bir yapı söz konusu olduğu söylenebilir. Akımın ortaya koyduğu temiz, arı, yalın estetik anlayışı, 60'larda "Sanat sanat içindir" ilkesini yüceltmiştir. Aşırıya varan bir tüketim toplumu ruhuna karşı ortaya çıktığı görülen minimal akım, günümüz yaşam tarzlarında ve sanatta kendine ait yalın yeri korumaktadır. Minimalist sinemanın da, daha saf ve katışıksız bir sinema arayışının ürünü olduğu söylenebilir. Gereksiz eklentilerden arınmış, yeteri kadarı ile görsel ve öyküsel anlatımını kurmaya çalışan bir sinemadır bu. Anlatması gerekenden fazlasını anlatmayı, göstermesi gerekenden fazlasını göstermeyi gereksiz bulan bir görüşü temsil eden akım, "seçkin bir sadecilik" olarak nitelendirilebilir. Minimalist Sinemanın temel özellikleri şu şekilde sıralanır:- Amatör oyuncu kullanımı öncelenir. Profesyonelliğin sebep olduğu aşırı mimikli oyunculuktan kaçınılır.- Oyunculukta sadelik ve doğaçlama tercih edilir.- Bir oyuncu bir karakteri karşılar. Birkaç oyuncu aynı tipi oynamaz. - Dekor ve objeler olabildiğince sade ve işlevseldir.- Mümkün olduğunca doğal ışık kullanılır.- Sabit kamera açıları ve uzun planlar tercih edilir. - Yapay efektlere başvurulmaz.- Dublaj yerine sesli çekim yapılır.- Dış müzik gibi destek öğelere yer verilmez. Gerçeği Gerçekle Düzeltmek Sanat dilinin dolaysızlığı ile rağbet gören Minimalist Sinema, gerçekçi bir duruşun ifadesidir. Sadeci, kim zaman da belgeci bir tutumun, yaşamla paralel gelişen bir filmsel yapının oluşumudur. Yapay efektler ve bol aksiyonla yoğrulmuş sinema anlayışına karşın hayatın bir parçası gibi duran filmler üretmeye çalışan Minimalist yönetmenler, "gerçeği gerçekle düzeltmek" adına arındırılmış bir estetik anlayışı gözetmektedirler. Muhtevası en aza indirgenmiş bir sanata ulaşmanın hedeflendiği bu akımda, biçim içeriğe tekabül eder. Bresson'un deyimiyle "bir kemanın yettiği yerde ikincisini kullanmamak" gerektiğini düşünen Minimalistler, kendiliğindenlik, tazelik ve yalınlık peşinde olmuşlardır. Hakikiyle sahtenin karışımının sahteyi verdiğini düşündüklerinden bu ikisini ayırma ihtiyacı hissetmişlerdir. Fakat hakikate dair bakış açılarının salt biçimsel bir titizlikle örülü olması, beraberinde bazı problemleri de getirmiştir. Gerçekliğin parçalanıp yeniden kurgulanmasıyla elde edilen bir yapının, hakikati perdelediğini gören Minimalistler, "zaten güzel olan gerçeğe ek bir güzellik katmaya çalışmanın" gereksizliğini imleyen bu düşünceyi alternatif olarak sunmuşlardır. Fakat eleştirdikleri hataya düşerek oluşturdukları yapı, gerçekliğin hiç olmadığı kadar sıradan ve yoksunlaştırılmış bir başka türevidir. Zira gerçeğin kendisi, hatalı buldukları tarzlardaki kadar atraksiyon ve gösterişe yaslanmamakla beraber, onların savunduğu kadar durağan bir çizgi de takip etmeyebilir. Böylece damıtmaya çalıştıkları sanatı, farkında olmadan yoksullaştırdıkları görülür. Minimalizmin salt formel yönünü sahiplenerek içini doldurabilmek pek mümkün görünmemektedir. Bu akımı sahiplenenlerin bazı kurallar belirlemeleri önemli bir seçkinciliği simgelemekle beraber bu durum, bir süre sonra kendilerini fazla sınırlıyor olmalarına sebep olmuştur. Resim sanatında hiçbir şey anlatmayan, konuyla ilişiği olmayan figürasyonlara, müzikte notasız ve sessiz eserlere imza atan minimalistler, sinemada ise mahrem olanın alanına girerek bu sanatı sırf izlenimci ve ifşa edici bir boyuta indirgerler. Sınırları zorlayarak gerçekliği değiştirmeye çalışanlara tepki vermek isterken, kendileri de bir başka sınır boyunda seyreder hale gelmişlerdir. Minimalizm, onca şaşaa, süs ve blöfe aslında hiç de gerek olmadığının, hatta bu abartının sinemayı deforme ettiğinin fark edilmesi açısından önemli bir karşı duruştur. Gerçekliğin görkemde değil, küçük ve sade hayat tarzlarında olduğu fark edilmiş, sadeliğin gerçekliği seçkin bir dille ve fazlalıklardan kurtularak ortaya konmuştur. Ancak salt minimal akımdan hareketle bir sinematografi oluşturmaya çalışmak, faktörlerden kurtulamamaya ve sanatın özünden uzaklaşmaya sebep olabilmektedir. Minimalizm bir amaç değil, bir "sonuç" olabildiğince yaratıcılığı tetikleyecektir. "Minimalist Yönetmenler" ya da... Bu akımın bir sonuç olarak ele alınması gereği sebebiyle herhangi bir yönetmenin "minimalist" olarak tanımlaması, sınırlayıcı bir konum arz eder. Bu sebeple, "Minimalist yönetmenler" yerine, "filmlerinde minimal unsurlara rastlanan yönetmenler" şeklinde bir ifade kullanmak daha isabetli olacaktır. İlk olarak 30'larda, usta yönetmen Yasujiro Ozu?nun filmlerinde rastlanan bu üslup, Fransız yönetmen Robert Bresson?un yalın tarzı ve arınmış sinematografisinde de fazlasıyla görülmektedir. Müzikli ve danslı Hint filmleri arasından sıyrılıp kendi gerçekçi tarzını oluşturabilen bir yönetmen olan Satyajit Ray de bu grup içerisinde anılır. Abbas Kiyarüstemi, Bahman Gobadi, Cafer Penahi gibi yönetmenleri barındıran İran Sineması ise sade anlatımı ve yapay olandan arındırılmış hikâye örgüsü ile bu akımın merkezinde yer alır. Dardanne Kardeşler, Kaurismaki Biraderler, Jim Jarmush gibi isimlerin de dâhil edilebileceği bu listenin Türkiye?deki en önemli temsilcisinin ise Nuri Bilge Ceylan olduğu söylenebilir. Aralarında daha pek çok ismin zikredilebileceği bu yönetmenlere ve sinematografilerinin minimal açılımlarına, yazımızın bir sonraki kısmında devam edeceğiz.

Mini minimalist bir Gran Torino filmi


Clint Eastwood, yaşayan bir efsane. Yaşlandıkça yaptığı filmler daha da büyüyor. Suya tirit diye adlandırılan ve kimi çevrelerce burun kıvrılan western filmlerden sonra inanılmaz bir evrim göstererek sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden birisi oldu.Kore gazisi, beyaz bir Amerikalının göçmen ülkesi olan yurdunda, mahallesine yeni taşınan göçmenlere alışmasını hem de insani değerleri yeniden hatırlamasını sağlayan bir film Gran Torino.Amerika gibi aile bağlarının koptu-kopacak konuma geldiği bir ülkede komşuluk değerlerine vurgu yapan Eastwood, yeni’nin içerisinde ortak yaşam ve değerler bütünü oluşturulması gerektiğinden bahsediyor.Gelişmiş ülkelerin en önemli sorunlarından olan göçmen, mülteci ve kaçak meselesi, gelir uçurumunun artmasıyla sona erecek gibi gözükmüyor. Afrika’nın ortasında yaşayıp ekonomik olarak gelişmiş ülkeleri cennet gibi gören bir bireyin o ülkede yaşamak için verdiği çabanın yanında, o ülkeye ulaşıp başını sokacak bir yuva bulması sonrasında da, yerleşik vatandaşlar tarafından kabullenilmemesi ve dışlanması sorunsalı da orta yerde duruyor.Eastwood, böyle bir evrensel ve insani sorunun en son aşamasından olaya bakarak, mutlu, rahat ve kaygısız yerleşiklerin vicdanını harekete geçiriyor.

Filmden Diyaloglar:

Yaklaşık üç yıl Kore'deydim.Adam vurduk.Süngüledik, 17 yaşındakileri küreklerle öldürdük.Öleceğim güne kadar hatırlayacağım bunları.Korkunç şeyler, fakat birlikte yaşamam gereken şeyler.…Bu evdeki insanlar çok gelenekçidir.1.Sakın bir Hmong'un kafasına dokunma.Çocukların bile. Hmong'lar ruhun kafada olduğuna inanırlar.O yüzden yapma.Ve birçoğu bir insanla göz teması kurmayı çok kaba bulur.Bu yüzden sen onlara bakınca kafalarını aşağı indiriyorlar.Bazı Hmong'lara bağırdığında gülümser veya sırıtır.Utanmayı ve güvensizliği gösterir, sana gerçekten gülmezler.…Adam öldürmenin nasıl bir şey olduğunu mu öğrenmek istiyorsun?Berbat bir şey.Daha kötüsü ise, sadece teslim olmak isteyen birkaç zavallı çocuğu öldürdüğün için cesaret madalyası almandır.Senin gibi korkmuş çocuklar.Biraz önce eline aldığın tüfekle onları tam kafalarından vurdum.Bir gün olsun aklımdan çıkmadı.Kendine bunu yapmak istemezsin. Ben ellerimi kana buladım, kirlendim.Bu yüzden bu gece tek başıma gidiyorum.

Kısa Film Kısalıyor mu ?


1930 yılları…Savaşın ardından kalanlar yeni bir Türkiye inşa etmeye çalışıyor. Ülke yokluk içinde, buna rağmen yapılanlar şimdiye göre çok anlamlı. Meclis, 1935 yılında 3122 sayılı kanunu kabul ediyor. Kanun salt sinemayla ilgili; der ki: “ uzun metrajlı filmden önce dokümanter film gösterilecek “ ( buradaki dokümanteri günümüz terminolojisiyle ‘ belgesel veya kısa film ‘ e çevirebiliriz ). Eğer devlet dokümanter filmi yapımcısından alıp, salon sahibine verirse, salon filmi oynatmak zorundadır. Filmi göstermezse para cezasına çarptırılır.

2000’ li yıllar…Yaşanılanların üzerinden olaylara baktığımızda, yapımcısıyla, yönetmeniyle, emekçisi ve oyuncusuyla sektör aynı belirsizliği yaşamaya devam ediyor…Kameraya start veren yeniler ise öncesiyle sonrasıyla bihaber. Sinemalarda gösterilen filmlerden önce kısa film gösterme zorunluluğu, bundan önceki dönemlerde birçok kez dile getirildi. Dernekler, yarışmalar, üniversiteler’ in ilgili bölümleri, - Sinematek, Hisar, BÜSK, İFSAK vb. - etkinlikler çerçevesinde ele alınan bu kangrenleşmiş sorun, bir türlü çözüme kavuşamayarak bugünlere kadar gelindi. Ama; elde var ‘ hiç ‘.

Neden acaba ?...

Babakumanda Notları / 2




TRT 1 Ana haberlerinden; Rize’deki yağmurdan sonra oluşan toprak kaymasıyla ilgili
Kurulan haber cümlesi “ Göreve gece başlayan yağmur 1 can aldı “ gibi garip bir cümleyle bitiyor..”Trafik Canavarı” gitti, yerine “ Göreve gece başlayan yağmur” geldi. Vah TRT..

TRT deyince; Komedi Dükkanı’ nın sonunda verilen mesaj ne derseniz. “ Ne olursan ol Allaha dua et. O senin gönlüne göre verir”. Mesaj verilen öykü ise: Külkedisi…
Yorum yok!

Aşk-ı Memnu dizisinde konaktaki hizmetçiler maaş alamamaktan perişanlar ama botoks yaptırmaktan da geri kalmıyorlar. Banka kredisi ile güzelleşiyorlar herhalde?..

Bütün dizilerde; neden hep kilolu kadınlar mutfakta çalışıyor ya da hizmetçiyi oynuyorlar?..”Bal tutan parmağını yalar” mantığı gibi doğru bir cast’ mı yoksa?


Başbakan sayesinde o kadar alışkanlık oldu ki; Denizlispor – Fenerbahçe maçı sonrasında Lig TV canlı yayınına katılan Denizlispor Teknik direktörü ali Yalçın şikayetlerini şöyle bitiriyor:…yapmayan…şerefsizdir, haysiyetsizdir!!!!


Co-Medya ile TV 8’ de şansını bir kez daha denemeye çalışan Yavuz Seçkin içerikte zorlanmaya başladığında; dans ve şarkılarla zaman doldurmaya çalışıyor. Ama nereye kadar ?..

TV 8 deyince; ana haberlerin sunumu biraz işitme engelliler haber bülteni gibi olmadı mı?. Gökmen Karadağ ses virtüözü gibi ağdalı bir sunuma devam ederse haberlerin içeriği ve anlamı ikinci plana düşüyor..



Babakumanda Notları / 1




Bıçak Sırtı yayınlanana kadar yılların sanatçısı Fikret Kuşkan’ ın reklam sesini keşfeden olmamıştı.Dizinin yayınından sonra fark edilen Fikret’ in sesi bir,iki derken şimdilerde birçok reklam filminin aranılan sesi oldu. Şu diziler nelere kadir..

Haberturk.com portali’ nde kurulduğundan beri Medya Siteleri topluca yer alıyordu. Ciner yönetiminde birdenbire kaldırıldı. Neden acaba.. ?

Bir bu eksikti; İzdivaç ve Çöpçatan türü programlarız (!) a bir de Huysuz Virjin katılıyor. Herhalde en çok bip’ lenen olacaktır..

CNN Turk’ e iyi bir stüdyo tasarımcısı gerekli. Özellikle spor ve tartışma programlarındaki ışık ve dekor tasarımı ve uygulamaları, en mütevazı bir kasaba televizyonundan da kötü..

NTV’ nin stüdyo, dekor ve ışık tasarımlarını taklit etmeyen kalmadı. Ama hepsi kötü taklitlerden öteye geçmiyor. Bakalım fragman ve seperasyonlarını da deneyecekler mi? Özellikle NTV den sonra hepsi çevreci geçinen ve yeşillenen çakma NTV kanalları..

Star bir türlü karar veremedi. Logo ve kurum kimlikleri. Lacivert’ten,kırmızı’ya şimdi de sarı’ ya dönüyor. Mikrofon başlıkları yenilenmiş ama bir kavram kargaşası da yaşatıyor beraberinde..

Yakında “ Hastasıyım “ adlı yeni bir TV programı görürsek şaşırmayalım. Ayhan Sicimoğlu bunun yavaş yavaş altyapısını oluşturup nabız yokluyor..

20.09.2008



Hadi Bay Bay ( ! )

Güzel bir Eylül günü öğleden sonrası... Kadıköy-Beşiktaş vapurunda üst güvertedeyim.Sabah ve akşam işlerine gidip dönen yolcu profilinden farklı bir yolcu ağırlıkta vapurda. Telaşsız, sakin..Biraz da yazdan kalan güzel bir bahar gününün keyfini çıkartıyorlar. Maşallah herkesin elinde son model cep telefonları, gerekli gereksiz şakır şakır çalışmakta. Yoğun bir telekomünikasyon eylemi var çevremizde. Çalan her telefonun ayrı bir melodisi karnaval hissi uyandırıyor adeta..Kurtlar Vadisi’nden, Hababam Sınıfı’na, Bebek Ağlaması’ndan, Polis Sireni’ne kadar yayılan geniş bir yelpazede çalıyor telefonlar. Açmakta özellikle de ağır davranıyor karşımdaki delikanlı..Hem dinleme arzusu hem de etrafındakilere dinletme arzusu yüzündeki ifadeden okunuyor. Rahmetli Melih Kibar bile bestelerini yapar ve dinlerken o genç kadar haz duyamazdı herhalde. Üzerinde çakma Fenerbahçe forması olan delikanlının çalan telefonu’ nun müziğini tahmin etmek hiç de kolay olmasa gerek diye düşündüğüm anda ( bir Fenerbahçe marşı ) herkesi şaşırtan bir şey oluyor ve güçlü bir inek mooo’laması yayıyor etrafa telefonu. Herkeste önce şaşkınlık, sonra da bıyık altından gülümseme başlıyor. Yükses sesle konuşanlar çoğunlukta. Telefon modelleri ve konuşanların şiveleri farklı olsa da, hangi yaş düzeyi ve insan profili olursa olsun tek bir ortak buluşma noktaları var. Özellikle dikkat ediyorum, bütün telefon konuşmalarının sonu; - Hadi bay bay ! diye bitiyor. Düşünüyorum ve içimden soruyorum, hatta hecelemeye başlıyorum.Acaba kısa diye mi, yok yok sanmam, TV dizileri mi, kültür erozyonu mu ?..

Ha-di-bay-bay 4 hece.
İ-yi-gün-ler de 4 hece..
Hoş-ça-kal demek daha da kısa,3 hece. Hatta ey-val-lah bile 3 hece.
Peki neden, yaşlısı genci telefonu kapatırken hadi bay bay diye veda ediyor ?( Feyza Hepçilinger’in kulakları çınlasın )

Çayım bitmek,vapur da iskeleye yanaşmak üzere. Ben sizi daha fazla tutmak istemem.. Hepinize, ama hepinize; HADİ BAY BAY (!)
Yaratıcı ve yararlı paylaşımlara...