24 Mart 2009 Salı

Çekil-miş Filmler-im-den / Küçük Bir Lunapark Öyküsü - BÜYÜK SİNBAD


Lunaparklar genellikle geceleri güzeldir. Güzelliklerini renkli ışıkları ile kanıtlamalarını gecelerine borçludurlar belki de.

Peki ya gündüzleri?

Gündüzleri büyük bir sessizliğe bürünürler. Hele hafta sonu ya da tatil günlerinden biri değilse bu sessizlik daha da artar. Yoğun bir hüzün yaşarlar sanki.

İşte böyle günlerden birinde, güneş tam tepedeyken girdim lunaparka. Vakit öğleye yaklaşıyordu. Çalışanlar ekmek teknelerini yeni açıyor, akşama temizliyor, akşamki gösterirline hazırlıyorlardı.

Küçüklüğümden beri beni müthiş bir şekilde kendine çeken iki şey vardır lunaparklarda. Bunlardan biri, mütevazı çadırında illizyon gösterileri yapan sihirbazlar, diğeri de büyük bir tahta silindir fıçının içinde hayatı pahasına da olsa gösteriler yapan motorsiklet üstüvanesi.

Önce, üzerinde çeşitli desenlerle içerideki gösterileri özetleyen tanıtım panosunun yer aldığı çadır-baraka karışımı yerde Sihirbaz Büyük Sinbad’a uğramak istiyorum.

Sinbad, kapı girişinin hemen yanındaki sandalyede sigarasını içiyor. Tanışıyoruz, çay söylüyor ve sahnenin arkasındaki küçük odasına alıyor.

Asıl adı Hikmet Pulat, 59 yaşında.

Gerçek bir İstanbul Türkçesi ile anlatmaya başlıyor.

“ Gemlik’te dünyaya geldim. 1928 yılında ailemle birlikte İstanbul’ a yerleştik. Eğitimimi ortaokulda babamın ölümü üzerine bıraktım, çünkü çalışmak zorundaydım. Aynı mahalledeki arkadaşım Arif Sami Toker sayesinde büyük operet üstadı Muhlis Sabahattin Bey ile tanıştım ve operetlerle dolaşmaya başladım. İstanbul’daki provalardan sonra ilk kez İzmir’de çalışmaya başladım operetçi olarak. Daha sonra ayrılarak Kenan Güler’in tiyatrosu’na geçtim, yıllarca Ses Tiyatrosu’na emek verdim. Avni Dilligil ve Tevhid Bilge ile birlikte oldum. Ve şimdi yanan Şan Tiyatrosu’nu açtık. Vahi Öz ile çalıştık. Bir süre Saadettin Erbil’in yardımıyla dublajlar yaptık. Bütün bunlar olurken illizyona karşı büyük bir ilgi duymaya başladım. İstanbul’da illizyon dersleri veren bir dostumla karşılaştım ve beni bu mesleğe çekmeye çalışarak bana teklifte bulundu.

O zamanlar Abrakadabra çok ünlüydü. Ve ben ilk kez Adapazarı’nda gösteriye çıktım. Bana bir isim gerekiyordu. Düşündük, taşındık ve o yıllardaki filmlerinden de etkilendiğimiz için olsa gerek Sinbad adına karar verdik. Artık Sihirbaz Sinbad idim, hem de “ Büyük Sinbad “.

İkna yeteneğimin güçlü olduğunu hissederek telepatiye ağırlık verdim ve bunda da başarılı olduğumu kanıtlamaya çalıştım. Sirkeci’de içkili bir gazinoda insanları telepatiyle uyutmaya çalışırken, Müzeyyen Senar’ın assolist olarak çalıştığı Kazablanka Gazinosu’na önerdiler beni. 50 lira yevmiye alan ben artık 100 lira yevmiye teklif edilen biri olmuştum. Her şey o kadar olup bitiyordu ki, korkuya kapıldım. Özellikle gazinonun ihtişamından ve kadodaki yıldızlardan ürktüm. Benimle üç yıllık sözleşme yaptılar ve yevmiyem 200 liraya çıktı. O sene, yani 1958’de büyük sükse yapan gazinoda İsmail Dümbüllü ve Nesrin Sipahi’de sonra finalde sahneye çıkmaya başladım. Kısa sürede illizyonu sevmiştim ve ilk kez dansla da süsleyerek Türkiye’de yenilik getirdim bu sanata.

Bu yıllarda maalesef alkolle tanıştım, hem de ne tanışma. Adam gibi içmiyordum, tadı, oranı, mekanı fark etmiyordu benim için. Sadece içiyordum ne olduğuna bakmadan..”

Konuşmanın burasında bir sessizlik oldu. Sinbad duraksadı, yeni bir sigara daha yaktı. Bakışlar durgunlaştı, sesi biraz daha kalınlaştı ve ağır ağır anlatmaya devam etti o Sinbad’ı.

“ Evet, yıl 1969’du yanılmıyorsam, Ankara Şato Yazar’da programlara çıkmaya başladım. Alkolle olan ilişkim her gece daha da artıyordu. 1970 yılında eşimle tanıştım. Üç çocuğumuz oldu. Biraz toparlanmaya başlamıştım sanki.

Bundan birkaç yıl önce de eşimle sorunlar başladı ve sonunda ayrıldık. Yıllar sonra o koskoca Sinbad panayırlara düştü işte…Sağlığım bozuk, ayaklarım yarı felçli durumda. Güçlükle ayakta durabiliyorum. Eşimden ayrıldıktan sonra her şeyimi çocuklarıma adadım. Onlara sanatımı öğretmeye çalışıyorum.

Bir dev işte böyle yıkıldı, ama ben içten içe daha çok yıkıldım herhalde. En kötüsü de bu. 25 yıldır sahnelerdeyim. Yorgunum, hem de çok yorgunum ama sahneye her çıktığımda her şeyi unutuyorum.”

Mutluluğu soruyorum Sinbad’ a araya girerek.

“ Mutluluk “ diyor, “ Huzurdur. İnsanların karşılıklı alış verişidir. Mutluluk; insanların sahneden izlenen yüzleridir. O meraklı ve şaşkın yüzlere bakmak beni mutlu eder.”

Mesleğini ve dileklerini öğrenmek istiyorum. Sigarasından derin bir nefes alıyor, insanı etkileyen konuşma biçimi ve güzel Türkçesi ile tane tane anlatıyor:
“ Bu mesleğin en güzel ama en zor yanı şu; işi başarıyla yapamazsak birinci gün kendimiz, ikinci gün santkar, üçüncü gün seyirci anlar. İşte o günden sonra da her şey biter. Yoksunuzdur artık..
En büyük dileğim de pek çokları gibi sahnede ölmek, sevdiklerimin yanında.”

Ve bir hikaye anlatıyor bana sanata saygının örneği olarak:

“ Bir usta varmış. Çok iyi sanatkarmış ve cam cam yaparmış fırınlarda. Şişe, bardak, sürahi falan. Yanında bir kalfa çalışırmış. Kalfa; “ Yahu, ben bu adamın yanında bedavaya çalışıyorum” demiş. Ustaya giderek artık çalışmak istemediğini söylemiş. “ Ben bu işi artık iyice öğrendim, ben de kendi işimi kuracağım demiş. Kalfa kendine hemen bir atölye açmış. Çalışıyor, üretiyor ama ustasının o güzellikleri yok ortada. Tekrar ustasına dönmüş, biraz daha yanında çalışmak istediğini söylemiş. “ Büyük her zaman haklıdır, affet.” Deyip gönlünü almış ustasının. Ustası “ Peki “ demiş. “ Ama bir yıl bedava çalışırsan öğretirim inceliklerini bu işin. “

Usta camları üretirken bir odaya tek başına girer, orada ne yaptığını kimseye göstermezmiş. An gelmiş “ Gel bakalım.” Demiş usta. Kalfayı odaya sokmuş. Usta camları alıp “ püff “ deyip bırakıyormuş. Bu böyle devam ederken kalfa şaşırmış, dayanamamış. “ Ama usta “ demiş. “ Ben şimdi bir püf için bir yıl bedava mı çalışacağım.?”

Usta, “ İşin PÜF noktasını şimdi öğrendin evlat.” Demiş.

İşte “ kıssadan hisse. “

Sessize ayrılıyorum Büyük Sinbad’dan. Sahnesinden, çadırından, anılarından…Lunapark akşama hazırlıyor kendini, akan makyajlar tazeleniyor yavaş yavaş. Hüzünle, sevinçle, teleşla.

Kapıdan çıkarken bir şey fısıldıyor bana lunapark’lılar:
“ Aman ha Semih, öykülerimizden film de çeksen günlerden bir gün, unutma; kol kırılır, yen içinde kalır.”

S.T. 1988

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder