30 Haziran 2010 Çarşamba

6w7y9u?=9&v:ççöz>

foto: umayumay

Kendini parçalayan adam-kişiliğini parçalayan adam. Başkalarına davranışını, içindeki farklı adam durmadan eleştiriyor. Kendine güvenen tavırları hep bu adamın gücüyle oluyor.
Sonra ani düşüşler...


Ruhunu şeytana satan adam hikayesi aklıma geliyor.
Şeytan gidince adam sanki varlığını kaybediyor

Çok oynama, şeytan doldurur sonra!


( kapatmalıyım hasta bakıcı geldi )

29 Haziran 2010 Salı

(

foto: umayumay


Herkes gibi ben de mutlu olmayı denedim. Hem de çok... Ve de çok kez. Hastanede bile yatmak istedim.' Senden daha acil olanlar var, sıranı bekle ' dediler. Ayakta tedavi etmek istediler. Yine huzur bulamadım. ' Mutluluk çubuğu takın bana öyle yollayın ' dedim. Güldüler.

Mutluluğumu çubuğa taktım, şeker diye sattım. Yiyen zehirlendi.
( ter içinde uyandım ).

27 Haziran 2010 Pazar

%

foto: umayumay


Burada bütün mevsimler hep rüzgar, filizkıran, dalkıran, yürekkıran.. Issızlığın ortasında çırılçıplak bir yalnızlık, sıradağların karlı doruklarında yanan..Burada bütün mevsimler hep acı, ayrılıklar yoksunluklar, sayrılıklar, duvarların, yatakların arasında özlemler yakınışlar...Burada bütün mevsimler hep iç sıkıntısı, dünyadan - yaşamdan- sevinçten kopuk, yorgun kırık bedenler-yüzler- soluk dudaklar. Burada bütün mevsimler hep rüzgar. Nereye gidersem gideyim asla unutamayacağım; amansız , soğuk - kurutucu - dondurucu... ve ruhumda - bedenimde izlerini taşıyacağım.

Denizi hiç ısınmayan çocukluğum gibi.. .

26 Haziran 2010 Cumartesi

s a k i n l i k

foto: umayumay
Açık pencereden içeri küçücük periler giriyor. Bu perileri kimse göremez, bana müthiş bir şey söylüyor periler, gülüyorum. Bir keresinde güldüğüm için azar işitmiştim ama bu aklıma gelmiyor o anda. Sanki gözümde güneş gözlükleri var ve bacaklarımda kuru buz, ürperiyorum biraz daha kendimde olsam sana söylemek istediğim şeyler var. Biraz daha kendimde olsam yapmak istediğim şeyler, ama düşüyorum, çığlığım pencerenin dışından geliyor. Sanki birinin karnını deşiyor olmalılar, öyle bir haykırıyorum ki, içimdeki (!) canhıraş ağzımdan fırlıyor. Kocaman korkunç bir (!) senin umurunda olmayan, ben hafifliyorum.Tek elinle kaldırıyorsun beni o kadar hafifliyorum. Üfleme sakın, üflesen uçarım. Gözlerine bakıyorum acaba aynı şeyleri mi görüyoruz gözlerinde, bunlardan bambaşka bir alem. Bak ben kendimi tamamen nasıl bıraktım şimdi ölsem: Sessiz uyandım. sessizlikten daha sonsuz sesin (uyu) dedi uyudum. Bir kirpik bir kirpik, bir unutuş, bir dip bir bacak, bir bacak bir peri, bir kuş bir daha...
Hiç bakma, uçtu ve gitti bile. Ben de. .

24 Haziran 2010 Perşembe

s e s s i z l i k

Foto: umayumay

Üsküdar / Öğleden sonra / Kabataş deniz motorunun üst güvertesi

Önce o geldi, tam karşımdaki orta sıranın başına oturdu. Kendi halinde sessiz bir gençti Omuz çantasından şerit halinde kesilmiş ve uç tarafından zımbalanmış, uzaktan ne olduğu algılanamayan ama, nota partisyonlarını andıran bir demet kağıt parçası çıkardı. Sol dizine koydu, dikkatle okuyup sağ eliyle dizinin üstünde ritm tutmaya başladı. Ayağı da bu ritme eşlik ediyordu. Ne kulağında kulaklık vardı ne de çevreden gelen bir müzik.Önündeki notalardan müziği okuyordu. Kendinden geçmiş, ne çevre gürültüsünden, ne de yavaş yavaş motora doluşan yolculardan etkileniyordu. Nota sayfalarını değiştirdikçe eliyle ve ayağıyla tuttuğu ritm de değişiyordu. Birkaç dakika sonra boş olan yanına uzun saçlı ve keçi sakallı, küpeli, rocker havasında bir genç gelip oturdu. Omuzunda asılı gitar çantasını özenle çıkartıp ikisinin arasına yerleştirdi. Yeni gelenin kulağındaki kulaklıklarda çalan müzik yanımdan geçerken bana kadar geliyordu. Yan yana sanki bir müzik grubunun üyelerini oluşturmuşlardı. Ama; ne o yanındakini fark etti, ne de bir diğeri onu. Motor hareket edip boğazın sularına karışıncaya kadar, camiden gelen ezan sesi, simitçi, büfeci, işportacıların çağrı sesleri rüzgarla dağılarak azaldı ve boğazın ortasında yerini sadece denizin sesi aldı. Motor Kabataş iskelesine yanaştığında her ikisi de ayrı yönlere koşar adımlarla uzaklaştılar.
Her ikisi de belki aynı müzik parçasını, ayrı ayrı taşıyarak. Kim bilir ?.

Benzetebildin mi?

23 Haziran 2010 Çarşamba

ğ

Foto: umayumay

Rakamların da küçüğü, büyüğü olsaymış keşke.
Örneğin küçük 7, ya da büyük 9 gibi.

Ne işe yarayacaksa ?
..Sen bilirsin belki.

a

Foto: umayumay

Bir illizyon olarak mutluluk.Aşk’ı bulmak…Ama cümle içinde de büyük harfle başlayan şu 'Aşk '…Aşkın ‘ büyük a’ sı. A! Bir zirve bu, eteklerinde ulu ağaçlar… Yorulduğumuzda sırtımızı dayadığımız. İçinden geçen özsuyun bize taşıdığı Aşk’ı alabildiğimizce dinç…Bir zirve bu, tepesi karlarla kaplı… Ona en yakın olduğumuz konum. Karlarin zihninde kayıtlı çünkü aşk. Su, onu bize taşır.Aşk içimizde. Yüzde yetmişimiz su. Beynimizin yüzde seksen beşi…Aşk sensin. Ben Aşk’ım. Oysa, şu ya da bu şekilde bulunduğu sanılan aşktır, kendimizi mutlu sandığımız anları yaratan; sen aşkı hiç bulmadın ki!Aaa deme sakın.

18 Haziran 2010 Cuma

b a

Öğleden sonra/ Bir çalışma ofisinde büyük toplantı masası
-------------------------------------------------------------------------------
Bizimki ve birkaç kişi hararetli bir toplantının ortasındayken masadaki dahili telefon çalar.

- Efendim.
- Kim ? Nerden ? Peki bağla bakalım. Afedersiniz beyler.
...
- Efendim. Evet benim, evet…ne…ne zaman?..Evet babamdı. Ne zaman defnettiniz?..
Peki siz neyi oluyorsunuz?.
...................



Aynı gün/ Akşamüzeri / Deniz kenarı
---------------------------------------------------
Çakıl taşları sesleriyle arkadan yaklaşan garson çocuk. Elindeki tepside rakı dolu kadeh, yeşil erik tabağı. Rölantide çalışan Toros araba, kapısı açık.
Adama ürkerek:

- Bu üçüncü efendim…Siz gerçekten iyi misiniz? Arabanız hala çalışıyor ve kapısı da açık.

- Ha ?. Ne kadar oldu buraya geleli ?

- Yaklaşık birkaç saat.
- Yalnız mı geldim ?
- Elbette.

Garson şaşkın ayrılırken, adam kontağı kapatması için işaret eder.
........

Çok zaman sonra bir sabah / Çengelköy / Çınaraltı kahvesi
---------------------------------------------------------------------------------
Adam, annesi, simit, çay, kaşar peyniri, gazeteler.

- Biliyor musun oğlum her yer, her şey değişmiş bu fırının simitleri hiç değişmemiş
- Nerden biliyorsun anne?
- Çok ilginç. Tam burada ya da yan sokaklardan birindeydi evimiz. Ve sen bu çakıltaşlarıyla dolu sahilde üç tekerlekli bisikletini sürmeye çalışırdın. Fotoğrafın bile vardı ama kimbilir ne oldu?
- …..!
- Yıllar sonra sen kalk gel Çengelköy’e taşın ve ben de seni görmeye geleyim ve sen sen de beni buraya getir.
- Nedir peki bu anne?
- Bilmem ki oğlum..bilsem?
..........


Gündüz / Fatih Mezarlıklar Müdürlüğü
---------------------------------------------------
Soğuk, kasvetli odalardan biri. Arşiv klasörlerinin ardından türbanlı bir memure:

- Hangi mezarlığa defnedilmişti merhum?

- …………..!
- Tam ölüm tarihini söyleyebilir misiniz?
- ……………!
( Sinirlenerek )
- Mezarını aradığınız kişi gerçekten sizin babanız mı?
- ……………….!

Odadaki diğer çalışanlar işlerini bırakıp adama yoğunlaşırlar. Bizimki hızla çıkar odadan, binadan. Yeni başlayan yağmur daha da şiddetlenir. Arabada yanındakiyle hiç konuşmadan yoğun trafiğe karışır.
Şehrin bütün reklam panolarında ; ‘ B a b a l a r G ü n ü ‘ için ışıltılı reklam sloganları vardır.

Not: Sizin de kutlu olsun.

17 Haziran 2010 Perşembe

v e r t i g o

Bazen durduk yerde pek çok şey boğar insanı…İnsan, ansızın kendisini ölümüne yoran ve yıldıran şey(ler)in yaşadıkları güzellik uykusundan - halbuki ve aslında içimizdeki bütün kötülükleri toprağa vererek - uyanmışken, Cazibe hanımın gündüz düşleri cazibesini de, gündüzlüğünü de, düşlüğünü de kaybetmişken; bizim olmuş ya da olmamış hiç olmasını istemediğimiz veya neden bizim değil diye hayıflandığımız erkek ya da kadınları toparlayıp kolilere doldurarak en yakın hayırsız adaya kargo ile karşı ödemeli yolladık. Güncel dönem borucunuzu mu, tüm borcunuzu mu kapatacaksınız?..diye soran sesli yanıt sistemindeki cırtlak sesli kıza; tamamını kapatmak istiyorum mümkünse ben ve senin gibi hayata cırtlak açıdan bakan ve kü/çüklerle ömründe en az bir kez uğraşmak zorunda kalmış ve ses tonuna bakılırsa üç vakte kadar uğraşmak zorunda kalacak senin gibileri de beraberimde kapatmak istiyorum diye yanıt verince, kızın bu konuşma kaydediliyor biliyor musunuz bile dedirtmeyen hıçkırıklarına sarılarak uyumak, hiçkimsenin teselli edemeyeceği kırılmış genç kız kalbini kolilerden arta kalan şeffaf koli bandıyla bantlamak istedim ki kırık olduğu ta uzaktan belli olmasın. Ne kadar gövde içinde ve taş vücutta bile olsa bir kalbin kırıklığı dudakların ucundaki miniminnacık kıvrımdan belli olur çünkü..

16 Haziran 2010 Çarşamba

y a

Yasak arzu doğurur. Ben dönene kadar da sana burası yasak olsun. Mesafe dediğin nedir ki? Hiçkimse arzudan hızlı koşamaz, daha uzağa gidemez nasılsa…

Fotoğraf: Poi Performans/ Yöntem Yurtsever


15 Haziran 2010 Salı

n ö r o n

Hangi aleti denediysem nafile olmadı, olmuyor işte. Bir türlü hatırlayamıyorum. İlk ben mi istemiştim baştan çıkarılmayı, yoksa o mu istemişti baştan çıkarılmama izin vermemi? İzin vermiştim çünkü istemiştim beni baştan çıkarmasını. Demek ki sormamız gereken soru bu değil. Olmuyorsa da olacak. Yarayacak. Uyacak. Bir alet bulunacak tutup çıkarmaya belleğimden bu toplu iğne başı büyüklüğünde detayı. Ucu da bir o kadar sivri olmalı batıp durduğuna göre şu nöron yumağına arsızca ve ısrarla, bu çelik misali beter anıyı. Peki ama neden? Beni tedirgin eden bir şeyin olmaması lazımken-ki bu kuşku, bu duman . Bir türlü gerekli çekici bulup gömemiyorum şu kahrolası iğneyi daha derinlere vurup vurup vurup da tepesine. Ne de olsa uygun bir alet de üretilmeyecek uzun bir süre. Belki de hiç. Kim bilir bu kimlerin işine gelmekliğin bedeli olacak? Bırakalım da çelik misali beter anılar kendi mikrobuyla ölüp çürüsün–hazmedilen anılar da bok misali kuburu boylar elbet. Kalan sağlar bizimdir.

14 Haziran 2010 Pazartesi

i n t i m

Boş ver sen onların ne dediğine kitaplarında, nasıl tasvir ettiğini fresklerinde, tablolarında, minyatürlerinde; senden iyi mi bilecekler. Elma, kırmızı olmayı senden öğrendi, dudakların bunu sonradan hatırladı. Suyu üzerine sıçradı ısırdığında; puantiyeli elbiseni ve o mutlaka pek çok şahane giysilerini sana kim dikti, terzin kimdi cennette. Elma seni mutlu etmek istedi, ondandır bu çeşitliliği. Günahmış! Pöh… seni/sizi kim kovabilir ki! Bütün o suların kaynağı senin çayırında, senin bacaklarının arasından akmakta o nehir; pembeden kırmızıya senin dudakların, şiş. Seni çekemeyenler, içeri giremeyenler, gölgende uzanıp dinlenemeyenler, elmanı dişleyemeyenler… Erkekler. Kovulmakmış! senden iyi mi bilecekler?

10 Haziran 2010 Perşembe

9 Haziran 2010 Çarşamba

^

37. Büfe / Dış / Gün
--------------------------------------------
Melike, Azem’ i görür.
Azem büfede bira içer, Melike gelir.
Azem elini sıkar onun.
Melike- Nasılsın arkadaş?. Siz niye denize girmiyorsunuz ?
Azem- Ben girmem denize, sadece bakarım.
Melike- Neye bakarsınız?
Azem- Denize…
Melike- Nasıl?
Azem- B ö y l e .
Azem yavaş yavaş başını çevirerek denize bakar. Gülerler.
Melike- Sahi niye girmiyorsunuz?
Azem- Kızlardan utanıyorum. Sonra ben yüzme de bilmiyorum.
Melike- Pek derin değil baksanıza.
Azem- Olsun, ben bir bardak suda bile boğulabilirim, bir kaşık suda bile.
Melike- Peki sizin orada deniz yok mu?
Azem- Yok
Melike- Göl ?
Azem- Yok
Melike- Aaa…ben denizsiz duramam. Peki siz nasıl duruyorsunuz ?
Azem- B ö y l e …
Azem kollarını kavuşturarak durur. Gülerler.

Azemin şapkası ( ^ ) vardır.

Arkadaş / 1974

8 Haziran 2010 Salı

k i r a z i s k e l e s i

Mevsimsiz bir mevsim. Gecelerden isimsiz öylesine bir gece. Sait Faik’ten izinsiz geldiğimiz adadayız. Bir duysa kulaklarımızı çekecek. Yeşilmişik desek bu kez Can baba kızacak. Kaç kişiyiz sayamadım, saydırmıyorlar ki. Kiraz ağaçlarının altında bir süs havuzu. Ama hiç de süslü değil kendisi. Durgun, sessiz, kırılgan, kendi halinde. Ne su fışkırtan fıskiyeleri var, ne de şatafatlı mermerleri. Etrafında alçak hasır sandalyeler. Küçük bir gölün kıyısında iskeleler oluşturuyoruz etrafına dizilince. Metal yuvarlak bir tepsi bırakıyorlar suyun üzerine. Gölde yüzen küçük bir sal gibi. Üzerinde birkaç yanan mum ve içki bardakları. Karışmaması için her birine farklı meyvelerden işaretler konmuş. Benimkinde; kıpkırmızı iki kiraz var sapında. İki küçük ışıltılı küpe gibi takılmış bardağın ağzına. Bembeyaz rakıya ne de güzel yakışmış. Diğerleri kıskanıyor ama rakı bu dinler mi, aslan kesiliyor diğerlerine. Takar mı kafasına kırmızıdan başka..Tam karşımda oturan kiraz olmayan kırmızılı, tepsiyi yavaşça itiyor bana doğru. Hangi iskeleye yola çıktığını soruyorlar yüzen tepsinin. Çengelköy İskelesi olurum ben diyorum. Herkes kendine bir iskele yakıştırıyor. Tepsi (sal) şıkırtılarla süzülüyor bu minik gölde. Bir o iskeleye, bir o iskeleye. Yolcular da memnun, kaptan da. Salın en çok Çengelköy iskelesinde kaldığından şikayetler var. Ee diyorum suç benim değil, kirazların yüzünden. Beyazlar bitse de kirazlar hep asılı duruyor yanında… Zaman mumyalanıyor.

“Güller sürüyorum dudaklarıma.
Kiraz dudaklarını öpüyorum
O kadar öpüyorum ki..
Kiraz dudakların vişne oluyor.
Ama dudakların,
Hala dudak tadında.
( çok şükür! )” (*)
…..

Ter içinde uyanıyorum.

(*) Seyhan Erözçelik

e n i s e l y ö

O kadar kişi arasından kendini araladı önce, sonra dönüp baktı dikkatlice.Tanıyormuş gibi. Oysa, ilk defa karşılaştık biz onunla. Nerden tanıyabilirdi ki beni? şimdi çoraplarını giyiyor, rüya-dünyanın kapısı örtülüyor. Artık bu 'deja vu'yla başa çıkmak zor geliyor. Fark etmez, hepsi aynı kapıya çıkıyor. Hafıza ve hayat, rüya ve sabah arasındaki kapı. Açmanın yolunu bulamıyorum. Çilingirin ' 24 saat hizmetteyim' diye vermiş olduğu numara da hizmet dışı.

Gitme diyorum / ama içimden. Kal diyorum / ama içimden. İçim içime sığmıyor.

Bütün bunlardan sonra, şimdi kuşbakışı kendimi izliyorum . Şaşarak... .

3 Haziran 2010 Perşembe

k a r t o - n o n

non / 0358 / Karton Üzerine Akrilik / 30x30 cm. / Haziran 2010 / s.t.

k a r t o - n o n

non / 0371 / Karton Üzerine Akrilik / 30x30 cm. / Haziran 2010 / s.t.

k a r t o - n o n

non / 0365 / Karton Üzerine Akrilik / 30x30 cm. / Haziran 2010 / s.t.

k a r t o - n o n

non / o366 / Karton Üzerine Akrilik / 30x30 cm. / Haziran 2010 / s.t.

k a r t o - n o n

non / 0363 / Karton Üzerine Akrilik / 30x30 cm. / Haziran 2010 / s.t.

k a r t o - n o n

non 0350 / Karton Üzerine Akrilik / 30x30 cm. / Haziran 2010 / s.t.

f a b r i k a a y a r l a r ı n a d ö n ü ş

...hasar tespitini beklemeliyim. Arkamdaki karaltının peşimi bırakmasını beklemeliyim. Her sabahın köründe aniden uyanıp işe yaramaz bir çuval gibi, içimdeki çöplerle boşluğu beklemeliyim. Hayale veda edip, hayata alışmayı beklemeliyim. Kelimelerin yeniden güvenimi kazanmalarını beklemeliyim. Beklemek mecburiyetindeyim.
Sadece. Sessizce...

2 Haziran 2010 Çarşamba

h i ç

Ateşim binyüzotuzsekize yaklaşıyor. Gidip bir okaliptüs banyosu yapmalıyım. Suyun içinde hep sizi düşünmeliyim ya da, tereciye tere satandan tere alıp suyunu içmeliyim. Nasıl da beni şaşırtan sizi. Kafamda her an maraza çıkabilir, onları yatıştırmalıyım. Buralarda yapacak çok iş var, her ne demekse.
Sizi öpemiyorum, içimde derin bir iz, dokunamıyorum. Sahi, kaç duyusu vardı insanın. Sizi gördüm bir an, keşke kalsaydınız. Ama anladım ki siz de herhangi biri gibiymişsiniz.