8 Haziran 2010 Salı

k i r a z i s k e l e s i

Mevsimsiz bir mevsim. Gecelerden isimsiz öylesine bir gece. Sait Faik’ten izinsiz geldiğimiz adadayız. Bir duysa kulaklarımızı çekecek. Yeşilmişik desek bu kez Can baba kızacak. Kaç kişiyiz sayamadım, saydırmıyorlar ki. Kiraz ağaçlarının altında bir süs havuzu. Ama hiç de süslü değil kendisi. Durgun, sessiz, kırılgan, kendi halinde. Ne su fışkırtan fıskiyeleri var, ne de şatafatlı mermerleri. Etrafında alçak hasır sandalyeler. Küçük bir gölün kıyısında iskeleler oluşturuyoruz etrafına dizilince. Metal yuvarlak bir tepsi bırakıyorlar suyun üzerine. Gölde yüzen küçük bir sal gibi. Üzerinde birkaç yanan mum ve içki bardakları. Karışmaması için her birine farklı meyvelerden işaretler konmuş. Benimkinde; kıpkırmızı iki kiraz var sapında. İki küçük ışıltılı küpe gibi takılmış bardağın ağzına. Bembeyaz rakıya ne de güzel yakışmış. Diğerleri kıskanıyor ama rakı bu dinler mi, aslan kesiliyor diğerlerine. Takar mı kafasına kırmızıdan başka..Tam karşımda oturan kiraz olmayan kırmızılı, tepsiyi yavaşça itiyor bana doğru. Hangi iskeleye yola çıktığını soruyorlar yüzen tepsinin. Çengelköy İskelesi olurum ben diyorum. Herkes kendine bir iskele yakıştırıyor. Tepsi (sal) şıkırtılarla süzülüyor bu minik gölde. Bir o iskeleye, bir o iskeleye. Yolcular da memnun, kaptan da. Salın en çok Çengelköy iskelesinde kaldığından şikayetler var. Ee diyorum suç benim değil, kirazların yüzünden. Beyazlar bitse de kirazlar hep asılı duruyor yanında… Zaman mumyalanıyor.

“Güller sürüyorum dudaklarıma.
Kiraz dudaklarını öpüyorum
O kadar öpüyorum ki..
Kiraz dudakların vişne oluyor.
Ama dudakların,
Hala dudak tadında.
( çok şükür! )” (*)
…..

Ter içinde uyanıyorum.

(*) Seyhan Erözçelik

1 yorum: