31 Ağustos 2010 Salı

Soyut İmleç

Boşluk, boşluk, boşluk...
Hiçlik, hiçlik, hiçlik...
Varlık, varlık, varlık...

Boyutlar ve renk...
Lekeler ve renk...

Biçimler, biçimler, biçimler...

Neden... ? ...

Fon, ana kaynak, temel yüzey hep karanlık, siyah, koyu siyah.

Ressamın iç dünyasını mı... ? ...

Aydınlatıyor ?... Yoksa karartıyor mu ?... Bize ne demek istiyor ?... Bize bizi mi anlatıyor ?... Bize kendisini mi... ? ...

Yoksa kendisini bize mi ?...
Yoksa hepsi birden mi, birarada mı ?...

Yoksa hiçbiri mi ?...
Yoksa... Yoksa... ? ...

Boşluk üzerinde karanlık, karanlık üzerinde siyah, siyah üzerinde renk: Sarı, mavi, kırmızı, yeşil,... Dönüp dolaşıp bizi sarıp sarmalayan renkler.

Renkler renkleri doğuruyor. Renkler renkleri fışkırtıp biçimlendiriyor. Renkler renklerle arkadaş, yoldaş oluyor. Bilinemeyeni bilinir kılmak ister gibi.

Renkler, soyut biçimlere dönüşüyor, soyut biçimler de renklere...

Renk rengin kaynağı, baskın anası gibi.

Rengin biçime dönüştüğü anda soyut figüratif olmayan anlatım içe dönerekten dışa vuruyor. Dışlaşıyor, yeniden içleşerek, iç dünyaya, iç dünyamıza, ressamın iç dünyasına yönelip, yönelip hitap ediyor; Soyut imleç anlatım. İmgebilim bağlamında simgebilim çözümlemesine göre.

Elektromanyetik dalgaların uzayda bize ulaşıp enerji vermesi gibi, renkler enerjileşiyor ve bize enerji yayıyor.

Ressam, ressam, Semih Taytak, niçin bu enerji ve bu enerji yayma için uzay aracı spatula ve kumaş olarak akriliği kullanır? Kullandı mı? Evet kullandı. Boyut 90x90 ve 70x70 ile bizi, izleyeni nereye uzandırıyorsun?.. Nereye?..

Ressam: Semih Taytak.
Müzik: Elektromanyetik renk bulutu.
Mekân: Siyah.
Uzay: Siyahın siyahı.
Fırça: Spatül.
Spatül: Fırça.
Duygu: Özlem.
Özlem: Yaratı.
Yaratı: Film.
Film: Fol.
Fol: Resim dansı. Çılgın-deli dans.
Seyreden sanat: Semih Taytak.
Zaman ve Tarih yok.

Derûn-î ibn Derûn-î
Prof.Dr.Şahin Yenişehirlioğlu

27 Ağustos 2010 Cuma

Ustam, çırak olacak yaşa geldin dedi günlerden bugün; yaşım, çok...

" Denizi hiç ısınmayan çocukluğumdan " doğum günü pastası


...ne zaman burkulsam, ağrısam, incinsem, özlesem, yansam, yenik düşsem, kimsesiz kalsam; her biri, çoktan açılmış bir yoldan kolayca ilerleyerek, daima ve hep aynı yere varıyor. İlk ve yegane acıya, hasrete, yoksunluğa, aşka, işte tam buraya, kaynağa, yara yerine, aşı izine, göbek deliğine, bene… birden, hemen, çabucak, kolayca harlanıyor, hızlanıyor, deviriyor beni, kavrıyor, kavuruyor. Sırrım bu, sihrim bu. Sadece ilk ve bir tek olan. Bu kadar. Başka yok. Bir ikincisi, yedeği, jeneratörü, kaçamağı, tekrarı, geri dönüşü, unutuşu yok. Yemin ederim. Sadece buna inanır ve ibadet ederim. Sakladığım bu.
Bildiğim; uğruna yaşayıp özleminden öleceğim ey s e v g i l i - m hayat !.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

foto: umayumay
- Asıl hasarlar çok sonra ortaya çıkar.
- Ne kadar sonra?
- Çok sonra.
- Nasıl?
...
Gözlerimi yumuyor ve bir boşluk düşünüyorum. Boşluk, dibi delik bir paranoya.
Bana uyku yok, korku yok, hayal kırıklığı yok, hüzün yok, umut yok. Kapıları iyice kilitleyip bütün ışıkları açıyorum. Sonra hepsini kapatıp gecenin kötü işaretlerine bakıyorum. Kollarımda çürükler buluyorlar. Nasıl olduğunu bilmediğimi söylesem, inanmayacaklar. Tövbeye ihtiyacım var, suskunluğa ihtiyacım var. Sütten ağzı yanmış biri neden ateş yutmaya kalkar? Yaralarım kapanmadan, ..ki belki bu defa ölümüme sebep olacaklar, bir daha günyüzüne nasıl çıkabilirim? Bütün felaketlerin sonrasındaki gibi olasılıklarla oynayıp duruyor zihnim. Acaba?

Kelimeler sivri uçlarıyla kafamı kazıyorlar, zaman keserek ilerliyor, gene de acı duymuyorum. Aklıma 'before the rain’deki sessizlik yemini etmiş çocukların affedilmiş gözleri geliyor. Günahı ben işlemedim. ama sadece nefes almaya devam edebilmem için günah çıkarmama izin versinler. Bedelini ödemezsem ben sevilmeyi nasıl becereceğim?

- ..böyle.

8 Ağustos 2010 Pazar

k e r e m e y l e

foto: umayumay
Üç kitap bilirim.
Biri o k u ! diye başlar.
Diğeri d i n l e !
Seni düşündükleri, özünü düştükleri üçüncü ise
ö z l e !

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Bir ara ben Fikret Mualla ile odanın öbür ucunda konuşurken, bizim arkadaşlardan biri, bir akşam evvel başlamış olan guaş resmin bitmiş olduğu gözüne ilişmiş olacak " A...resim bitmiş, ne kadar zamanda yaptınız?" gibi bir soru savurdu. Mualla duydu. Benimle konuşuyordu, o tarafa döndü ve hiç kaybetmediği o gergin tebessümü ile
" e l l i s e n e d e " dedi ve benimle konuşmasına devam etti.

Orhan Koloğlu / Bir Garib Kişi - Fikret Mualla

3 Ağustos 2010 Salı

foto: umayumay
Köpeğimin bana ihtiyacı yok, başına buyruk. Kendimin bana ihtiyacı yok, başında kuyruk. Fikirler kuyrukta.

Ağlamaları beklemeye aldım. Bir Barış Manço şarkısı dinletiyorum telefonda: " sen gidince güller açar gülpembe"... Öldüğü zaman telefonlarda Barış Manço çaldı hep. Keşke bir daha ölse.
Bir daha dedim de, insan bir acıyı iki defa çeker mi?

Sevda kuşun kanadında ise, kuş nerede? Kuş - kusuz bende değil. Be - den - de hiç değil.





2 Ağustos 2010 Pazartesi

arh+

foto: umayumay

A eraş pozitif kanıyorum. Ama en azından diğer ölçme-değerlendirmeye tabi tutulabilecek şeyler negatif hayatımda, ya da ben öyle sanıyorum.

Tahliye emrini verdim, tahliye vanası fırladı yerinden. Hayatın geri dönüşümsüz boşluğa fırlatılışı. Geriye sayma zahmetinde bulunmayın, ileri sayamayacaksınız çünkü.
Tabii ki meçhul bir failden konuşuyoruz; ki, kim olduğunu tespit edebilecek kadar hiç-eşli olamadım.
Daha önce de fırlatılmış hissi yaşıyor. O mu ben mi? Hep aynı genler mi sokağa atılan? Gene, genetik bir çöplük mü yarattık istemeden?

Bu başıma geleni daha önce başıma geldiği zaman, onun da başına gelen bir zamanlar ki en yakın psikologuma anlattığımda ağlamıştı.

Ve hiçbir şey uzaktan görüldüğü gibi değil dedi bana gecelerden bir gece, bu içimi rahatlatmalı mıydı?
İçim rahatlamadı, dışım da. Hayat bir iğnenin ucunda ve başında. Deliğinde ve deli-liğimde. Hayatın balonunu deldiğinde, toplu iğne başı kadar bir noktadan da olsa akıp gidiyor orandan ve artık senin değil.
Dünyası başına yıkılmayacak hiç, dünyası yok çünkü. Yenidünya' lar da muşmula oldu çoktan.

Gece geçen gemileri özledim.